Yazı Konusunda Sıkıntı Çekmek
İnsan ne yazacağı konusunda nasıl sıkıntı yaşar, bunu doğrusu anlayamam. Önümde meyvelerini yüklenmiş şu armut ağacı, üzerimde bulutlarla kaplı gökyüzü, yanımda yağmurla ıslanmış toprak varken ben nasıl bir konu bulmada sıkıntı yaşayabilirim! Köyümde çatısı akan eski bir evde oturan yaşlı kadının yüz çizgilerinde beliren yorgunluk, yılgınlık ve hayal kırıklığı yazmak için bir sebep değil midir? Yürüyen ve düşünen insanın bütün vücut çizgileri bir ressama, yazara ve şaire engin duygular ilham edemez mı yani! Elinde süt kabıyla köyün yollarında yorgun argın yürüyen şu kadın insanın muhayyilesine bütün bir tabiatın dekorunu kendinde toplayan çok zengin tasvirler armağan edemez mi?
Bir yazı mevzuu bulmak için ille de mavi göklerin yarılıp yağız yerin çatlaması mı lazım! Uçsuz bucaksız şu gökyüzünde acayip mahluklar peyda olup elinde sihirli asasıyla bilge bir ihtiyarın bizi zâlim düşmanların elinden biteviye kurtarması mı gerekir?
Ey kendine yazmak için hep bir konu arayan kişi! Bilmiş ol ki, bunların hiçbiri olmayacak. Sen, yazmak için bir konu bulmaya çalıştıkça asla bütün varlığınla istediğin bir mevzuya erişemeyeceksin. Ne zaman ki, yazı konusu aramaktan vazgeçer, kendinden başlayarak etrafında gördüğün herkesin ve her şeyin bin bir hikâyesi olduğunu kabul edersin, işte o zaman dağ taş diye gördüğün her şey “Beni de yaz!” diye önüne çıkar ve mânâlarında saklı o güzellikleri gözüne ve gönlüne sunmaya başlar.
Etrafına bak hele! Neler görüyorsun? Hangi şey yazmaya değmez! Dalındaki şu çilek, sana musiki faslı armağan eden enfes sesleriyle öten şu kuşlar, göğ meyvelerini yapraklarıyla saklayan elma, çiçek açmış ıhlamur, uğultulu kovanların önünde hızla uzaklara seyreden bal arıları, yemişlerini sabırla büyüten ceviz ağacı, etrafını bir deniz gibi kuşatan fındık bahçeleri, heybeti gürül gürül çağlayan ormanlar, şu eşsiz ve zengin tabiat neler neler söylemiyor bize! Daha ne duruyorsun! Yazsana bir yaprağı, üzerine bal arıları konan şu çiçeği… Islak toprağın kokusunu uzun uzun anlatsana… Yaprakları okşayan şu yağmuru, sesi kim bilir neler söyleyen şu serçeyi uzun uzun tasvir etsene… İlhamın mı kıt? Duyguların mı fukara? Kalemin mi tutuk?
Neyse ne! Otur yaz. Ama önce kendini, kendinden başlayarak bütün tabiatı, çiçekleri, kuşları… Seninle anlamına kavuşan bütün bu güzellikleri anlatamamak, birkaç kelâm ile bunca seyrine doyum olmayan güzellikleri kaleme ve kâğıda dökememek ne kadar ne kadar acı bir durumdur böyle!
Bu dünya öyle bir derya ki, sen kendini anlamaya başladığın vakit yaza yaza ömrünü tüketirsin ama bunca mevzuyu bitiremezsin. Hiçbir mürekkep yetmez bu zenginliği tasvire… Daha nasıl fellik fellik konu arar ve yazmada müşkülât çekersin! Olur şey değil, anlaşılır gibi değil.
Öyleyse şimdi dinle.
Hayatın her ânı muteberdir. Şimdi etrafına ulu bir nazarla bak. Eşyadan, tabiattan ve insanlardan sana yansıyan mânâyı yüreğinle duymaya çalış. Duyduklarını zihninle tespit et ve onları hemen satırlara taşı. Yazmak senin bu hayatı ve kendini anlama çabandır. Bu senin bütün varlığınla çok faal olduğun bir eylemdir. Kalemini bir gönül gibi düşün ve etrafındaki şeyleri sevmeye çalış. O zaman bunca varlığın, hikâyesini sırtında taşıyan bir kahraman olduğunu göreceksin. “Beni de yaz!” diyen davetlerine ve çağrılarına uyup her fırsatta onları anlattığını ve bu kahramanların senin hemen etrafında toplandığını hayretle anlayacaksın. Çünkü kalemini gönül kıldın. Onu hayatı anlayan ve algılayan bir uzuv hâline getirdin. Eşyayı, olayları ve kişileri kendi hikâyen içerisinde artık bir yere koyuyorsun. Yalnız değilsin. Bir bütünün tam merkezindesin. Etrafı canlı bir şekilde bütün mahiyetiyle kavrayan bir hâldesin artık. Bunu hissediyorsun.
Varlığın sana anlatacak ne çok şeyi varmış, duyuyor musun?
Söyler misin?
Bir daha konu bulmada sıkıntı çeker misin?