Hüzün
Mayamızda hüzün var. Hüzünle nefes alıp veriyoruz. Bir vesileyle içimizdeki yumak yumak hüzünlere dokunulunca, derhâl her yanımızı sarmalayan kederlere teslim oluyoruz. Çünkü mayamız hüzünle yoğrulmuş bizim.
Neden böyle peki?
Çünkü arıyoruz. Neyi aradığımızı bilmesek de arıyoruz. Belki mutlak bir saadeti, belki de kendimizi… Bu arayışın mahiyeti çok meçhul. Kelimeler onun özünü anlatmakta yetersiz kalıyor. Bir hasretle yoğrulmuş bu arayış iliklerimize kadar sinmiş bizim.
Bu yüzden belki hep hüzünlüyüz, hüzündeyiz. Niyazi Mısri, “Esir-i gurbet-i nâlan olan insan” diyor. Yani inleyiş gurbetinin esiri olan insan… Buradan hareketle aslında bütün sızlanışların, acıların, kederlerin asli bir hüzün hâline yani bu dünyadaki garipliğimize uzandığını hatta dokunduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu dünyada olmak garip olmak demektir. Niçin? Çünkü özde sahip olduğumuz fakat görünüşte yitirdiğimiz saadeti, birliği ve dirliği daima arayış hâlindeyiz. Hüzün en çok buradan besleniyor bana kalırsa. Tenimiz altında hemen bir hüzün dokusu ruhumuzu kuşatıyor, gönlümüze tesir ediyor.
Hüzün hayatın mutlak hallerinden biri olduğuna göre türkülerin, menkıbelerin, şiirlerin bu duyguyla yüklü olmasını yadırgamamak gerekir. Bir yakınından ayrı düşen seveni, çağlara hükmeden bir sanatkâr kılan işte bu hüzündür. Böyle birinin söylediği bir mısrayı harı dinmeyen bir kor hâline koyan bu hüzündür. Varlığı birden gözden ve gönülden silip insanı yokluğa doğru seyre mecbur eden yine onun özünde yer edinmiş bu hüzündür.
Hüzün hayatta neyi aradığımızı duymak için bir davettir aslında. Devamlı surette kederini hiç dindiremeyen insana hüzün samimî bir cevaptır. O bu dünyanın örtüsü ve yaralı bir gönlün arayışının sebebidir.
Belki de bu yüzden insana hüzün yaraşır.
Bir insanın asaleti hüzünlü bir çehrenin çizgilerinde okunur. İnsan gülerken veya kahkaha atarken kendisi değildir. Asıl o, hüzünlendiği vakit kendisi olur. Hüzünlü bir insanın ezeli hasreti, en çok onun yüzünden okunur. Bu kimsenin gurbeti onun sayesinde belirgin hâle gelir. Hüzün onu, içinin enginliğine davet eder çünkü. Böylece özünde yer edinmiş en kadim hisler, evrenin yaratılışıyla varlığa yüklenmiş bilgiler sanki o kimse hüznünde derinleştikçe onda uyanmaya başlar. İçerinin sonsuz derinliği, dışarının mahdut seyri gibi değildir asla. Hüzün onu içine çektikçe çeker.
İnsan bu hâllerine vâkıf ve hâkim olabilse herhalde hüzün, onu arayışın asli kaynağına kavuşturup muradına ermesine vesile olacak bir güç olacak. Ve belki de şu hakikati mırıldanacak bir gün dudakları: Âdemoğlunun cennetten kovulma hikâyesi hiç bitmemiş ve bitmeyecek.
Nihayet kovulduğumuz cennetten uzak düşmenin hikâyesi bu… Bu sebeple hep hüzünlüyüz. İçine bakan bir kimse ilk onu bulur. Varlıkla buluşmamızdan, insanlarla görüşmemizden geriye kalan hüzündür. Muradına ermemiş bir insanın son nefesinde tattığı en içli duygu, herhalde ıstırap veren bir hüzün hâlidir.