Mezarlar
Mezar Taşları
Bazen bir başıma mezarlıkları geziyorum. Zannediyorum ki, bu âlemde bir yabancı veya garibim. Kaybolan mezarlar, belli belirsiz taşlar, silik isimler bana fâniliğimi iliklerime kadar duyuruyorlar. Ben, hayatın gerçek ritminin sessizlik olduğunu bu mezarlıklarda daha iyi hissediyorum. Kaç asır geçmiş olursa olsun, işte şu belli belirsiz mezarlarda yatanlar da bir zamanlar yaşıyor, konuşuyor, seviyor, umut ediyorlardı. Bir gün bir ibretin mümessili olarak çekilip gittiler bu âlemden. Ödedikleri bedelle bize emsalsiz tecrübeler armağan ederek…
Hece Taşları
Yunus Emre, mezarların şahidelerini böyle anıyor. Mezarları gezerken bunu düşünürüm. Neden Hece Taşları diye? Sonra bu taşlardaki yazılara döner içim. Hele vefat ve ölüm yılları arasındaki o çizgiye odaklanırım. Ya da boşluğa… Gözlerim şu doğumu 1300’lü, ölümü ise 1900’lü yıllarda olan nesli arar durur. Arada sanki altı yüz küsur yıllık bir fark varmış gibi. Hicrî ve Miladî seneler arasındaki bu uzaklık aslında onların ömürlerinde ne kadar uzun mesafeleri arşınladıklarını, bir medeniyetten başka bir medeniyete geçerken soluksuz bir maceranın temsilcisi gibi gelir bana. Sahi, o maceradan arta kalan bir mezar taşında okunabilen o izler mi yoksa?