Beyaz Adam Neyi Satın Almak İstiyor?
Beyaz Adam Neyi Satın Almak İstiyor?
Kızılderili reisi Seattle’ın mektubunu belki bilirsiniz. Türkçeye çevrilmiş hâli bile, bir rüzgâr sesi kadar tabiî ve toprak gibi şefkat yüklüdür. Her satırında bizi hemen kuşatan bir bilgelik ve insanın ayak bastığı toprakları canından aziz bilen bir yücelik hâkimdir. Günden güne kaybettiğimiz içli bir ahenk, hayatı hakkıyla sevme duygusu, yaratılan her şeye duyulan sonsuz bir muhabbet hissi o satırların sahibinin taşıdığı güzelliklerden biri olarak mektubun pek çok yerinde hissediliyor.
Reis Seattle, mektubundaki üslûbunu ve samimiyetini tabiat için beslediği o engin sevgiden almış olmalıdır. Zîrâ Kızılderili reisi, yaşadığını ve yaşattığını anlatıyor bize. Teneffüs ettiği havayı, yürüdüğü tepeyi, konuştuğu insanı ve hemhâl olduğu hudutsuz tabiatı. Onlar reisin kardeşleriydi ve Seattle, bize kardeşlerinden söz ediyordu.
Ben, Seattle’ın yaşadığımız şu hayatın özünü en iyi anlayanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Ne özgürlük palavraları, ne insan hakları tellalları, ne de hayvan hakları savunucuları… Hiçbiri de bir Kızılderili’nin yaşadığı çevreyle kurduğu o sonsuz bağı bize açıklayamaz.
Seattle, mektubunda bize neler öğretmiyor ve neler söylemiyordu ki! İnsan eğer isterse, rüzgâra karışabilir, titrek bir yaprak ile bulaşabilir, bir tohumla beraber büyüyebilir ve dağların doruklarında yer edinmiş o nihayetsiz heybete ulaşabilirdi. İşte Seattle, bize bunu öğretiyor ve bunu hissettiriyordu. İnsanın tuttuğu, dokunduğu, kokladığı, nihayet yok ettiği şu tabiat ile kardeş olduğunu ve onunla barış içinde yaşaması gerektiğini söylüyordu. Bunu öyle bir bilgelikle dile getiriyordu ki, birkaç sayfalık mektubuyla modern vahşilere uzun zaman yetecek bir insanlık dersini de vermiş bulunuyordu.
Seattle, mektubunda yok edilen bir tabiat ve hiç durmadan öldürülen hayvanlardan söz ediyordu. Reis, buna üzülüyor ve yaşadığı toprakları kendilerine satmalarını isteyen beyaz adam karşısında ne yapabileceği ve ne diyeceğini bilemiyordu. Seattle üzülüyordu. Beyaz adamın, insanlık üzerinde oynadığı büyük oyun, bütün dünyayı yok edecek bir tehlike arz etmeye doğru hızla yürüyordu. Ateşli silahlarının ve tabiattaki sonsuz sandığı zenginliğin verdiği sarhoşlukla kendinden geçen bu yeni insan, felaketini hazırlayadursun, kader her zaman hükmünü icra etmek üzere çalışıyordu.
Bugün attığımız bir adımın yarın öyle veya böyle karşımıza çıkacağını çok iyi biliriz de, ihtiyatsızlığı kendimize düstur edinmişsek sonumuzu düşünmeyi lüzumsuz görürüz. Asırlardır büyük yalanlar ve soykırımlarla büyüyen Batılılar da Kızılderili medeniyetini yok etmek hususunda galiba hiç tereddüt etmemişlerdi.
Onlar, Reis Seattle’ın kabilesini ve milletini de yok etti. Karşılarına ok, mızrak ve kalkandan başka olarak bu dünyanın herkese yeteceği fikriyle çıkan Kızılderilileri acımasızca ve hiç durmadan öldürdüler. Tıpkı yirminci yüzyılda sâir milletlere reva gördükleri zulüm, soykırım ve çeşitli katliamlar gibi.
Bunu bilen Reis Seattle mektubunda ABD başkanına şöyle diyordu:
“Beyaz adam, topraklarımızdaki hayvanlara kardeşleri gibi muamele etmelidir. Ben bir vahşiyim ve başka türlüsünü anlayamam. Ben şimdiye kadar beyaz adam tarafından bırakılmış, çürümüş binlerce bizon gördüm. Ben bir vahşiyim ve demir atın (lokomotif), sırf hayatta kalmak için öldürdüğünüz bizondan daha kıymetli olduğunu anlayamam. Hayvanları olmadıktan sonra insanların ne kıymeti vardır. Eğer bütün hayvanlar onu bıraksalardı, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmezler miydi?”[1]
Kızılderili reisi, lokomotifin bir bizondan daha değerli olduğunu niçin anlayamazsa, Batılılar, yeryüzünde kendi hallerine yaşayan canlıları, tabiî ve medenî zenginlikler içinde ömür süren insanları niçin öldürmemeleri gerektiğini de bilemezlerdi. Fiilen icra ettikleri hemen her şey, bu kanlı medeniyetin temellerinde yatan acımasızlığı gözler önüne sermeye yeter.
Başka bir yerde Seattle, mektubuna şöyle devam ediyor:
“İnsanlar toprağa tükürürlerse, kendi kendilerinin yüzüne tükürmüş olurlar. Zira biz biliyoruz ki, toprak insana değil, insan toprağa aittir.”
Batı medeniyetlerinin insanlığa en çok verebildiği şey huzursuzluk, kan, gözyaşı ve bir yığın insanlık dramıdır. Yok ettikleri her kabile, yer yüzünden sildikleri her medeniyet, açlığa ve yoksulluğa mahkûm ettikleri her insan perdenin sadece bir yönünü sergiliyor. Toprağı vatan değil işgal eden bir medeniyetin, hatalarını görebilmesi ve bunu idrak edebilmesi pek güç. Reis Seattle da “Beyazlar da bir gün bu dünyadan gideceklerdir, belki de bütün öteki ırklardan daha çabuk. Yataklarınızı zehirlemeye devam ediniz ve bir gece kendi çöplerinizin içinde boğulacaksınız” diyerek mukadder akıbetten onları haberdar etmeyi istiyordu.
Bununla beraber, yaşadığı toprakları ısrarla satın almayı isteyen beyaz adamın neyi almaya çalıştığını da öğrenmek istiyordu reis. Ve şöyle soruyordu:
“Beyaz adam neyi satın almak istiyor? Gökyüzü ve toprakların sıcaklığı, koşan antilopların çabukluğu nasıl satın alınabilir? Biz size bütün bu şeyleri nasıl satabiliriz, siz de bunları nasıl satın alabilirsiniz? Kızıl adam bir kâğıt parçası imzaladığı ve bunu beyaz adama verdiği için siz bu topraklara istediğinizi yapabilir misiniz? Havanın tazeliğine ve suyun pırıltısına sahip değilsek, onları size nasıl satabiliriz? Sonuncusu öldükten sonra bizonları yeniden geriye satın alabilir misiniz? Biz teklifinizi düşüneceğiz. Biz, satmağa razı olmadığımız takdirde, beyaz adamın tüfeğiyle gelip topraklarımızı alacağını bilmekteyiz.”
Son cümle, bir teslimiyetin değil, çaresizliğin ve bir hakikatin ifadesiydi. Zîrâ Seattle, biliyordu ki, beyaz adam yüzyıllardan beri on milyonlarca Kızılderili’yi acımasızca katletmişti. Ve bu topraklardaki bütün hayatiyeti acımasızca sömürmüştü. Reis Seattle, ırkının on beşinci asırdan on dokuzuncu asrın sonlarına kadar nasıl öldürüldüğünü, hangi muamelelere maruz bırakıldığını, kendi hallerinde yaşayan insanların nerelere götürüldüğünü, yuvaların nasıl parçalandığını, çocukların vahşî bir zevk için nasıl katledildiğini, kadınların kirletildiğini, hasılı insanlık adına hangi şenaatler varsa bunların hepsinin nasıl işlendiğini çok ama çok iyi biliyordu. Reis Seattle çaresizdi.
Fakat Kızılderililer, yaşadıkları bu toprağı seviyordu. Onun şefkate muhtaç bir varlık olduğunu biliyor, muhabbeti ve saygıyı ondan asla esirgemiyorlardı. Bütün Kızılderililer öldürülebilir ve onların hiçbirinden bu dünyada tek bir iz bile kalmayabilirdi. Ancak, hatıraların yaşadığı bu topraklara kim sahip çıkacaktı. Seattle mektubunda, “Son Kızılderili bu dünyadan gittiği ve onun hatırası, yalnız bir bulutun sonsuz çayırların üzerindeki gölgesi olarak kaldığı zaman, babalarının ruhu, bu kıyılarda ve ormanlarda yaşamağa devam edecektir. Çünkü onlar bu toprakları seviyorlardı, yeni doğan bir çocuğun, annesinin kalbinin atışını sevdiği gibi.” diyordu. Sonra da, “Toprak bizim annemizdir. Toprağın başına gelenler onun çocuklarının da başına gelir” diyerek bu sevgiyi ve endişeyi dile getiriyordu.
On milyonlarca Kızılderili’nin yok edildiği zamanlardan; katil ve kanlı medeniyetlerin başına buyruk yaşadığı son devirlerden beri, muhabbetin neşesi de yeryüzünden silinmeye başladı. Yok edilenler sadece insanlar ve medeniyetler değil; sevgi, muhabbet, aşk, hassasiyet, zarâfet, tabiatı duymak ve Allah’ın sanatını icra ettiği şeylerdeki o harikulâde olanı hissedebilmek cevheriydi.
[1] Reis Seattle’ın mektubu için, Tarih ve Düşünce dergisinin Mart 2003 tarihli nüshasının 24-27. sayfalarından istifade edilmiştir.