Bir Yolculuktan İçeri
“Sevilmeyen zaten yaratılmazdı.”
Dem Yüzü
Dem Yüzü, kendinde bir yolculuğa çıkan insanın romanı. Kendini tanımak isteyen insanın, özünde yatan hakikati arayışının ve buna dair çabalarının ifadesi… Bu cümleler akla şöyle bir soru getirebilir: İnsan nasıl bir varlık ki, kendinde, kendi içinde bir yolculuğa çıkabiliyor?
Aslında insan durmaksızın yolculuk hâlindedir. Hiçbirimiz birkaç saniye önceki “biz” değiliz. Akan su hiçbir zaman aynı değildir. Kendi içinde daimî bir seyahat hâlinde olan insan amacına erse de ermese de o artık aynı kişi değildir. Öyleyse yolculuk hayatımızın özündeki ritimdir. O bir “hâl”dir. Dem Yüzü, eskilerin tâbiriyle “âfâkî” olmasa da “enfüsî” yani içten/içeriden bir yolculuğun romanıdır. Aslında bir bakıma hepimizin hikâyesidir.
Leyla İpekçi, son romanlarında öne çıkan mekândan içe, içten daha da içe seyreden bir üslûbun sahibi. Mekân yalnızca bir bahane romanlarında. Öze inmek, aramak, hatta soru sormak bu üslûbun çok belirgin bir özelliğidir. “Psikolojik roman” veya “postmodern roman” tabirinin bu tür eserleri ifadede yetersiz kalacağını düşünüyorum. Çünkü romanın tasavvufî ve boyutu, yeni roman anlayışında bunu nereye oturtmamız gerektiğini hatıra getiriyor. İşin içine menkıbe dokusu eklenince roman içten içe genişleyen ve çeşitlenen bir üslûba bürünüyor.
Gerçekte bir insanın mânâ yolculuğunu bir romana taşımak güç bir meseledir! A‘mâk-ı Hayâl veya Muhayyelât-ı Aziz Efendi tarzında eserlerin en önemli tarafı kanaatimce bugün dahi tanımlanması çok güç bir yönlerinin olması, yani insanın kendi içinde bir seyahatinin anlatılmasıdır. Geleneksel anlamıyla seyr u sülûk… İnsanın başından geçen şeyleri temsillerle anlatabilmektir, en azından bunu yapmaya çalışmaktır bu. Aslında Karagöz oyununda veya diğer geleneksel sanatlarımızda da yapılan budur. Hakikat bir merkez etrafında çoğalır ve sonra değişir. Asıl yani merkez değişmezken çevre daima hareket, oluş ve hamle üzerine kurulmuştur. Bunu halı desenlerinde bile rahatlıkla görebiliriz. A‘mâk-ı Hayâl ve Muhayyelât türü eserlerde de gördüğümüz budur. İnsan, merkezde olmak şartıyla hikâyeler çeşitlenir ve şekillenir. Bu arada insanın bu iç macerasının şahidi oluruz hep birlikte. Kişiler, olaylar ne kadar değişirse değişsin esas olan, kendimizde zuhur edenlerin teker teker gözümüzün önünden bir film şeridi gibi geçirilmesidir. Bu yönüyle masalların da kendilerinde bir hakikat payı barındırdığını, onların da ucundan bucağından insanın ezelî hikâyesini dile getirdiğini düşünüyorum.
İnsanın iç yolculuğunu bir romana taşımanın güçlüğünden söz ediyorduk. Bu zorluk, insanın kendi iç yolculuğu ve derinliğinin çok öne çıktığı romanlarda karşımıza çıkar. Bunlara ısrarla “prikolojik roman” demek istemiyorum. Çünkü bu adlandırmalar çok yanıltıcı olabiliyor. Asıl olan için dışa, dışın içe yansımasıdır.
Bu yolculuğu iç içe geçmiş taraflarıyla roman boyunca okumamız mümkün. İki, Bir’e kavuşmak, birle kaynaşmak ister. Aslında bütün İki’ler ve ondan gelenler Bir’in hasretiyle yaşar. İki’nin bütün sorularına Bir, bilgece karşılıklar verir. İtirazlarını yumuşatır. Daha makul, daha akıllıca düşünmesi için Bir, İki’nin her daim yanındadır. A‘mâk-ı Hayâl’deki Aynalı Baba ve Şeyh Gâlib’in ünlü eseri Hüsn ü Aşk’taki Aşk’a tavsiyeleriyle destek olan Molla-yı Cünûn ve Sühân gibi… Bu yanında olma hâli de kurguyu bambaşka bir boyutta düşünmeyi gerekli kılar.
Her yolculuk aslında bilgece bir tavrı berâberinde getirir. İster maddî seyahat isterse bir mânâ yolculuğu olsun rehber, daima sefer hâlinde olan kalbimizin ve zihnimizin en sadık yardımcısıdır. Çünkü o, daha önce böyle bir yolculuğu gerçekleştirmiş, kişiyi seyahatinde neyin beklediğinin farkına çoktan varmıştır. Dolayısıyla ondaki bu farkındalık, bizim seyahatimizi daha bir anlamlı ve daha kolay kılacaktır. Yeryüzündeki bütün öğretilerde ve eğitim uygulamalarında bu böyledir. Bilge her zaman vardır ve o bizim arayışımızın en sâdık yanıdır.
Dem Yüzü romanı, bu bilgece arayışın içten içe bir ifadesidir. Bu arayışta en etkili kuvvet ise aşktır. Aşk, insanın iç dönüşümü için çok güçlü bir dinamizmi kendinde saklı tutar. Liyakatli kişiler, aşkın sonsuz enerjisinden aldıkları kuvvetle yanarlar ve pişerler. Tıpkı romanda Bir’in İki’ye söylediği şu sözlerde ifadesini bulduğu gibi: “Sevmediğin tek zerre kalmayana dek yanacaksın. Ateşin yakacak bir şey bulamadığı İbrahim gibi” (s. 89). Yakmak, burada benliği yok edip onu aslî ve saf özüne ulaştırmak anlamındadır. Kendisine varlık atfettiğimiz her şey bir vehimden ötede değildir hakikatte. Onlar durmaksızın değişirler ve dönüşürler. İnsan bu dönüşüme ayak uydurabildiği an, kâmil/olgun insan olmuş olur. Bu anlamda aşk ve ateş, benliğin dönüşümünde, insanın aradığı özüne yeniden kavuşabilmesinde sahip oldukları etki bakımından Türk kültür ve edebiyatında defalarca işlenmiş ve yorumlanmıştır. Dem Yüzü’nü, bu tarafıyla geleneğin yeniden yorumu şeklinde okumak mümkündür.
İnsanı büyüten duygu sevgidir. Onu güçlendiren, çağlar ötesine mesajını taşıyan ana kuvvet budur. Dem Yüzü, Bir’in bilgece rehberliği sayesinde İki’nin bunu idrak etme yolculuğudur. Sevgi, içerideki bütünlüğü idrak edebilmenin anahtarı olması açısından romanda üzerinde durulan ana temadır.
Romanda üzerinde ısrarla durulan bir başka husus kişinin hiç sevmediklerini de içten sevmek mecburiyetinde oluşudur. Romanda Bir bunu “İçinden sevebilirsen, dışından sövmek serbest olur.” (s. 87) sözleriyle dile getirir. Bu durum günümüzde çok zor algılanabilecek bir konudur. Dışımızdan sövdüğümüz bir insanı içimizden nasıl sevebiliriz? Bu, varlığın aynı kaynaktan besleniyor olmasıyla ilgilidir. Tasavvufî düşüncede mutlak varlık, Yaratıcı’dır. Görünen ise onun isimleri ve sıfatlarıdır. Biz O’nun zâtını idrak edemesek de yarattıkları vasıtasıyla kendisini bu âlemde anlamaya çalışabiliriz. Onu anlamak ve bilmek, insanın kaybettiği bütünlük duygusuna yeniden kavuşması için elzemdir. Bu bütünlük duygusu olmayınca insanın arayışı hiçbir zaman bitmeyecektir. Aslında bütün iyilikler ve kötülükler bu arayış duygusundan kaynaklanmaktadır. Bilge veya eski terminolojiyle söylersek ârif, bu arayışını tamamlamış, kendinde ve kendi özünde varlığın birliğini ve bütünlüğünü kanıtlamış insandır.
Varlığın birliğini ve beraberliğini kendi içinde kanıtlamış bir insan, böylece dışarıdan sövdüklerine içeriden anlayış gösterebilecektir. Yine dışarıdan sevdiklerini de en olgun anlamıyla ve bütün hâlleriyle kabullenebilecektir. Tasavvuf düşüncesi böyle bir toplum yapısı ortaya koymayı hedefler. Ama öncelikli hedef ferttir. Tıpkı İki’de olduğu gibi böyle fertler içten içe bir yolculuğun sonucunda hedeflerine ulaşabilirler.
Dem Yüzü romanında dikkat çeken konulardan biri de insanın içten yapılışıdır. Bu yapılış soyut bir anlam taşır. İnsan gönlü, renkten renge bürünür. Bir hâlden bir başka hâle geçer. Ona tam bir istikamet verebilmek gönlün yeniden yapılmasıyla ve aşk ile mümkündür. Bu yapılışta harç, aşktır. Yıkılan, daima yıkılan insanı bir kararda tutmak ve onu içten içe onarmak ancak aşkla gerçekleşecektir.
Dem Yüzü’nün günümüz insanına yepyeni bir teklifle geldiğini ifade etmeliyiz. Buna göre kalabalıklar ve karmaşa arasında kaybolan insanın kendini yeniden buluşu aslında bizim için çok tanıdık bir duyguyla yani sevgiyle mümkün olabilecektir.