Çocuk ve Ramazan
Ramazan yaklaştığında biz de herkes gibi kendimizi ona hazırlardık. Onun gelişini eşya bile idrak eder, başka bir hâle bürünürdü sanki. Ramazan bizim en çok oyunlarımıza hâkim olurdu. Arabalar, kuş lastikleri, kasalar, misketler ve her türlü koleksiyonumuz itibardan düşer, başköşeyi dömbelekler alırdı. Büyüklerimiz sağ olsun, onların yardımıyla eski kasnak, kalbur, hortum, tokmak, muşamba, tel ne bulursak getirir; on bir ayın sultanı Ramazanın hükümdarlık alametlerinden olan küçük davulumuzu yapmaya koyulurduk. Yapım işi bittikten sonra sıra, büyüklerimizden mani devşirmeye gelirdi. Onlar da itinayla kâğıtlara yazılır ve sahur vaktinde dömbelek eşliğinde söylenmek üzere muhafaza edilirdi.
En büyük meselemiz, zamanında yatıp kalkmak olurdu. Fakat mübarek ayın yardımı imdadımıza yetişirdi. Nasıl bir hâlet-i ruhiyedir bilmem, bizi sahur vaktine yakın hemen uyanır ve bu sayede toplanıp bir araya gelebilirdik. Bazı akşamlar ise, herhangi birimizin evinde, bütün bir odayı kaplayan yer döşeğinin üzerinde dört beş arkadaş uyur, sahur zamanı yaklaştığında her nasılsa zınk diye ayağa fırlardık. Köylüler, böyle olduğumuz zamanlar bizlere “umur sahibi” diyorlardı.
“Umur sahibi” deyiminin manasını idrak etmiş biz çocuklar, sahur vakti hemen hazırlıklarımızı tamamlar, dömbeleğimizi alır, fenerleri kontrol eder, besmeleyi çekip yola düzülür ve köyümüzün ilk evine usulcacık sokulurduk. Dömbeleğin sesi gecenin yorgun sessizliğini böler ve kalbimizin sevinçli heyecanına katılırdı. Ardından maniler, on bir ayın sultanının kıymetli bir fermanı gibi ciddiyetle ve dikkatle okunurdu:
Akşam geldim kapına
Selam verdim yapına
Selamımı almazsan
Daha gelmem kapına
Manilerimizi söylerken işi bazen muzipliğe dökmemiz de mümkündü. Zira derlediğimiz maniler ve dömbeleklerle bunu yapmanın pekâlâ imkânı vardı:
Eski cami direk ister
Söylemeye yürek ister
Benim karnım toktur ammâ
Arkadaşım börek ister
İlk manilerimizden sonra meydan biraz dömbeleğin sesine kalırdı. Ardından, sonraki maniler küçük davullarımızın susmasından sonra, meydandaki yerini alırdı:
İstanbul’dan gelen Tatar
Kamçısını göğe atar
Şimdi benim (…) abim
Bana bir binlik atar
Dömbeleğin içi tekir
Bana derler Molla Bekir
Getirirsen börek getir
Getirmezsen para getir
Ey murşular murşular
Yeni çıktı turşular
Eller bahşiş veriyor
Siz de verin komşular
Meselenin keyfî yanı ne kadar önemli olursa olsun, neticede biz de işi gücü olan insanlardık! Daha gezeceğimiz birçok hâne vardı. Bu sebepten işi hafiften çabuk tutmalıydık:
Şekerim var ezilecek
İnce dölbent(ten) süzülecek
Çok bekletmen ağalar
Çok yerim var gezilecek
Eğer dömbeleğin sesine ve manilerin söylenişine rağmen komşuda bir kıpırdanma olmuyorsa, daha fazla durmaya değmezdi. Zira daha sırada bekleyen haneler vardı. Biz de şu manimizi söyleyip geldiğimiz gibi oradan ayrılırdık:
Mezarlıktan geçerken
Fenerimi taşladılar
Ben kapıya varınca
Kan uykuya daldılar
Köyün bütün evlerini dolaştıktan sonra azıcık da olsa elimizde bir hâsılatımız bulunurdu. Sahurun bereketi bizi de boş bırakmazdı. Yumurtaları, börekleri ve küçük bir miktar parayı aramızda paylaşır; sonra da vazifesini yerine getirmiş olmanın huzuru içinde evlerimize dağılırdık.
O günlerin, hayatımın en huzurlu demleri olduğunu, birçok Ramazanın hasret kervanına katılmasıyla anladım. Bu mübarek ayın bir rahmet yağmuru gibi sevinçlerle dopdolu geldiğini fark ettim. Nihayet, insanoğlu safiyetini ne kadar korursa her rahmet dalgası ona o denli etki ediyormuş, bunu gördüm. Biz çocukluğun temizliği, Ramazanın bereketi, gönlümüzün saflığı ile o zamanlar en müstesna güzellikleri yaşadığımızı şimdi anladık.