Dr. Yasin Şen ile Osmanlı Edebiyatı üzerine söyleşi
Haberler Afyon ekibi olarak Dr. Yasin Şen ile Osmanlı Edebiyatı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
1. Osmanlı edebiyatının genel özellikleri nelerdir? Hangi dönemlerde gelişme göstermiştir?
Osmanlı Edebiyatı her şeyden önce Türk Edebiyatı Tarihinin önemli ve zengin bir dönemini ifade eder. Bazıları, “Osmanlı” veya “Osmanlıca” deyince sanki başka bir medeniyetten söz ediyoruz zannediyor. Öyle bir şey yok. Basbayağı dili Türkçe ve Türkçe yazıp düşünen bir edebiyattan söz ediyoruz. Burada sadece o devrin anlayışından ve tercihlerinden kaynaklanan farklılıklardan söz edilebilir. Bu da bir yerden sonra doğal kabul edilmelidir Bazı dönemler nesir ve şiir alanlarında Arapça ve Farsçanın etkilerinin çok yoğun olduğunu görürüz. Bu süslü nesir dediğimiz nesir türünde çok bariz bir şekilde öne çıkar. Fakat dönem dönem sadelik de bir üslup özelliği olarak ve bazen de bir zaruret icabı tercih edilmiştir. Osmanlı Edebiyatı şiirde aruz ölçüsünü tercih etmiş. Zaman zaman hece ölçüsüyle de şiirler kaleme alınmış. Ancak bunlar aruzla kaleme alınan manzumelerin yanında büyük bir yekûn teşkil etmez. Mesela ünlü Divan şairlerinden Nedim’in heceyle yazdığı koşmaları var. Bu edebiyat içerisinde en çok tercih edilen nazım şekli gazeldir. Gazeller divanlarda en fazla yere sahip nazım şekli olarak öne çıkmış. Bundan sonra kasideleri sayabiliriz. Mesneviler de özellikle tahkiyeli konularda, yani hikayeleştirme gerektiğinde tercih edilen bir nazım şeklidir. Divan şiirinin konusu en geniş anlamıyla aşktır. Yanız bu aşk, günümüzde kabul edildiği üzere karşı cinse duyulan muhabbetle sınırlı değildir. İçinde o da olmakla beraber aşk, kişinin zaman zaman Yaratıcı’ya, Hz. Peygamber’e, mürşidine duyduğu engin sevgiyi konu alan bir mahiyete yükselebilmektedir. Osmanlı şairlerinin önemli bir kısmı tasavvufla ilgilenmişlerdir. Bu sevgi konusu içerisinde benim kanaatim mürşid-i kâmillere duyulan muhabbet önemli bir yer tutar. Bu şairlerin bir kısmının (Şeyhî, Hayâlî Bey, Nâilî-i Kadim, Şeyh Gâlib) derviş olduğu göz önünde tutulacak olunursa tasavvufî hayatın şair ve şiir değerlendirmelerinde göz ardı edilmemesi gerektiği hakikati ortaya çıkar. Ne hikmettir ki, günümüz Osmanlı Edebiyatı araştırmacıları bu konu üzerinde pek durmazlar. Bir kısmı Osmanlı Edebiyatını ideolojik ve dar zihniyet kalıpları içinde değerlendirmeyi tercih ederler. Hemen söyleyelim ki, Osmanlı düşüncesini, edebiyatını, şiirini, sosyal hayatını bu kadar derinden etkileyen, yoğuran tasavvuf konusunda bir araştırmacının aleyhte veya bigâne bir tutum sergilemesi daha en başta onun bu edebiyatın muhtevası konusundaki tespit, tenkit, tarif ve tasniflerini yanlışlığa sevk etmektedir. Günümüz akademisyenleri, belki sırf bu yüzden “Bu edebiyattaki sevgili kim?” sorusuna muhatabı tatmin edici bir cevap bile veremezler. Sebebi bence budur. Bu edebiyatın arka planı çok zengindir ve tasavvuf Osmanlı toplum yapısını, şiirini, edebiyatını çok derinden etkilemiştir. Bu soru münasebetiyle bu edebiyatın genel özelliklerinden birisi olarak tasavvufla kurduğu bağa böylece temas etmiş olduk. Şimdi burada bu edebiyatı “Tasavvuf Edebiyatı”, şairleri de “mutasavvıf” olarak takdim ediyormuşuz gibi bir agılamaya muhatap olabiliriz. Her şeyden önce edebiyat insanın ve insanlığın kendini anlama çabasının bir ürünüdür. İnsanın kendiyle ve toplumla kurduğu bağın bir tezahürü olarak edebiyat öne çıkar. Öyleyse bu dönem şairlerinin ve bu dönem şiirinin tasavvufla bağ kurması kadar doğal ne olabilir! Biliyorsunuz, Hoca Dehhânî Divanı bulunalı birkaç yıl oldu. O divanda dikkatimi çeken bir mısra vardı: “Dehhânî şeyh elinden hezâr bâr tutar”. Bu mısra bence Dehhânî’nin bir mürşid-i kâmile intisap ettiğini gösterir. Bunun delili olarak okunabilir. Kısacası tasavvufu devre dışı bıraktığınızda ortada bu edebiyatın cesedinden başka bir şey bulamazsınız. Çok iddialı gibi duran bu cümle, çok gecikmiş bir hakikatin ifade edilmesi olarak görülmelidir.
Osmanlı Edebiyatı genel olarak 14. Yüzyıl ilâ 20. Yüzyıl arasında yaşayan bir edebiyat olarak kabul edilir. Bu edebiyatın ortadan kalkma süreci kanaatimce günümüze kadar sürmüştür. Yani Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekildiği yıl bu edebiyatın sona erdiği bir zaman dilimini temsil etmez. Edebiyattaki gelişmeler veya sona ermeler siyasetten biraz daha farklıdır. Cumhuriyet döneminde bazı şairlerin divan tertip ettiğini ve aruz ölçüsüyle şiir yazmanın uzun müddet sürdüğünü ifade edebiliriz. Günümüzde de aruzla şiirler kaleme alan şairler hâlen mevcuttur.
Bu edebiyatın Hoca Dehhani ile başladığı kabul edilir. Hoca Dehhani’nin Selçuklular zamanında yaşadığı şeklindeki kanaatin yanlış olduğu son araştırmalarda onun divanının bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. Hoca Dehhani Karamanoğulları döneminde yaşamış bir şairdir. Osmanlı Edebiyatı içinde Şeyhi, Ahmed Paşa, Necâtî Bey gibi büyük şairlerimiz 15. Asırda yetişmişlerdir. Klasik anlamda bu edebiyat en parlak dönemini 16. Asır’da yaşamıştır. Bu dönemde Bâkî ve Fuzûlî gibi üstat şairler yetişmiştir. Bu edebiyat daha sonraki yüzyıllarda da gelişimi sürdürmüştür. 17. Asırda yaşayan Nâbî, Nâilî-i Kadim, Nef‘î gibi şairler kendi tarzlarında öne çıkmışlardır. Nâbî ve Nâilî Sebk-i Hindî’de öne çıkmıştır. Nef’î ise bilhassa kasidecilikte çok başarılıdır. Kendisi, övdüğünü göklere çıkaran, yerdiğini yerin dibine batıran bir şair olarak takdim edilir. 18. Yüzyıl’ın şüphesiz en önemli şairlerinden birisi Nedim’dir. Nedim daha çok Lale Devri eğlencelerini ve bu devre damga vurmuş mekanları tasvir eden şiirleriyle tanınmıştır. 18. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Osmanlı Edebiyatı son büyük üstatlarından birisi olan Şeyh Gâlib’i yetiştirmiştir. 19. Yüzyıl’da bu edebiyatın bazı önemli isimleri yetişmekle beraber artık yavaş yavaş Batı tarzında Türk Edebiyatının öne çıktığını görüyoruz.
2. Osmanlı Edebiyatı adlandırılması konusunda neler söylemek istersiniz?
Osmanlı Edebiyatı için Divan Edebiyatı, Eski Türk Edebiyatı, Klasik Türk Edebiyatı, Ümmet Devri Türk Edebiyatı gibi başlıklar öne çıkar. Bunlardan ilk ikisi diğerlerine nispetle daha fazla tercih edilir. Fakat bunların bu edebiyatı tam olarak temsil etmekten çok öte adlandırmalar olduğunu söylemek gerekir. Divan Edebiyatı adlandırması yanılmıyorsam Ali Canip Yöntem tarafından biraz da bu edebiyatı tezyif kastıyla verilmiştir ve günümüzde de kullanılmaktadır. Eski Türk Edebiyatı adlandırması daha çok akademik çevrelerde kullanılır. Bu adlandırma da Osmanlı Edebiyatını temsil etmekten uzaktır. Bu durumda Osmanlı’dan önce kurulan Türk devletlerinin edebiyatlarını nasıl ifade edeceksiniz? Kısacası adlandırmalarda birçok problem öne çıkıyor. Osmanlı Edebiyatı adlandırması da Osmanlı sınırları dışında kalan Ali Şir Nevâî, Hüseyin Baykara, Babür Şah ve daha birçok şairi dışarıda bırakıyor. Fakat eski tabirle şümullü olmasa bile Osmanlı Edebiyatı ifadesinin daha gerçekçi olduğunu ve bu dönemle ilgili bir isimlendirme ihtiyacına uygun düştüğünü düşünüyorum.
3. Osmanlı edebiyatı içinde en önemli eserler nelerdir? Bu eserlerin edebiyat tarihindeki yeri nedir?
Osmanlı Edebiyatı deyince akla yukarıda isimlerini saydığımız şairler ve tabii onların divanları, mesnevileri gelir. Tabii ki, edebiyatta “en önemli” deyince kesin hatlarla birbirinden ayrılan bir tasniften söz edemeyiz. İsmi pek bilinmemekle birlikte şiirleriyle devrinde sevilmiş ve çok okunmuş isimler vardır. Fakat yine de biz Şeyhî, Ahmed Paşa, Necatî Bey, Hayâlî Bey, Bâkî, Fuzûlî, Nef’î, Nâbî, Nâilî-i Kadim, Nedim, Şeyh Gâlib’in çok okunduğunu, sevildiğini hatta isimleri etrafında edebî mektepler meydana geldiğini söyleyebiliriz. Burada Nailî-i Kadim’i örnek olarak zikredebiliriz. Bu şaire yazılan nazireler bize bunu göstermektedir. Divanlar haricinde bu edebiyatta mesneviler de önemli bir yer tutar. Mevlid türünde Vesiletü’n-Necat, mesnevi tarzında yazılan eserler içerisinde Fuzûlî’nin Leyla ve Mecnun’u, Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ı, seyahatnâme türünde Evliya Çelebi Seyahatnâmesi burada sayılabilir.
4. Osmanlı edebiyatında şiir sanatı neden diğer edebi türlerden daha önemliydi?
Edebî türler bir ihtiyaçtan doğar. Aslında en temelde gizlenen şey insanlığın arayışı ve hayata yüklenen anlamlardır. Osmanlı Edebiyatının merkezinde aşkın ve hikmetin olduğunu düşünüyorum. Bu aşk, insana evren sistemi içerisinde bir yer tayin eden yüksek insanî erdemlerin bir yansımasıdır. Aşk varlığın var olma sebebi olarak kabul ediliyordu bu edebiyatta. Aynı zamanda insanın kendini tanımasının belli başlı yolu aşktı. Aşk sükûnete erdiği yerde hikmetle birleşir.Varlığa dâir bir dizi soruyu kendine, diğer insanlara ve eşyaya sevgiyle soran, sorabilen kişinin arayışları sükunete erdiği vakit onda tecelli eden şeye hikmet, irfan gibi adlar versek herhalde bu yanlış olmaz. Bu yüzden tıpkı aşk gibi hikmetin de Osmanlı Edebiyatı içerisinde sadece belli bir dönemin ve belirli şairlerin özelliği olmadığını düşünüyorum. Aşk ve hikmet her dönemde öndeydi. Pek tanınmamış şairlerden başlayarak bu edebiyatın içerisinde ismi etrafında bir mektep meydana gelmiş şairlerin çoğunda bunu görürüz.
5. Osmanlı döneminde kadın şairler var mıydı? Eğer varsa kimlerdir?
Vardı. Fatih ve II. Bayezıt devri şairlerinden Zeynep Hatun, Mihrî Hatun, daha sonraki dönemlerden Sultan II. Mahmud’un kızı Adile Sultan, Şeref Hanım, Leyla Hanım burada akla ilk gelenlerden. Bunlardan bazıları aynı zamanda divan sahibi şairdi. Onlar genelde gazel tarzında şiirler söylediler. Mihrî Hatun’un, Şeref Hanım’ın, Leyla Hanım’ın ve Adile Sultan’ın divanları vardır. Elbette başka kadın şairlerimiz de var. Özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bazı kadın şairler yetişmiştir. Şükûfe Nihal, İhsan Râif, Nigâr Hanım burada sayılabilir.
6. Osmanlı edebiyatı, Türk edebiyatı üzerinde nasıl bir öneme sahiptir?
Osmanlı Edebiyatı, Türk Edebiyatı Tarihi içinde önemli bir devreyi ifade eder. Dönemler tıpkı zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Dolayısıyla az veya çok her edebiyat bir sonraki dönemi etkilemiştir. Öncelikle Osmanlı Devleti geniş sınırları olan bir devletti. Bazı tarihçilerimizin vurguladığı üzere bu devlet cihan devletiydi. İçerisinde birçok milletten insanlar yaşıyordu. Osmanlı toplum yapısı, bugünkünden biraz farklıydı. Toplum yapısı içerisinde farklı milletlerin oluşturduğu âhenk gibi edebiyat da başka edebiyatların tesirlerinin bir araya geldiği âhenkli bir yapı arz ediyordu. Dolayısıyla bu edebiyatın etkilerini ve önemini bu perspektiften okumak icap eder. Osmanlı Edebiyatı okumalarında bunun göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünüyorum.
Bir kere edebî olarak yetişmek isteyen birinin yapacağı şey kendisinden önce yazılan metinleri okumasıdır. Bu okuma ne kadar geniş olursa o kişi de edebiyatta o kadar derinliğe ulaşır. Özellikle şiirde bunun böyle olduğunu teslim etmek gerekir. En azından Osmanlı Edebiyatı alanında yazılan metinlere dâir bir şairin zevk sahibi olması ve bu edebiyatın belli başlı şairlerini okuması icap eder. Edebiyat tarihinde iz bırakmanın yollarından birisi biraz da geçmişten beslenmektir. Bir de insan daima arayan, soru soran, soruları olan bir varlıktır. Geçmiş edebî metinlerimizde günümüzdeki bazı meselelerin cevabı yatar. Hiç kimse geçmişte yaşanmış ve çözümü bulunmuş tecrübeleri yeniden yaşamak için yeterli zamana sahip değil. Geçmişin ve edebiyatın birikiminden faydalanmak insanı ve toplumu güçlü kılar. Günümüzde edebiyatın güçlü olması isteniyorsa şairler ve yazarlar özellikle Osmanlı Edebiyatından istifade etmeye çalışmalıdır, diye düşünüyorum.
7. Osmanlı edebiyatındaki dil ve anlatım biçimi günümüz Türkçesinden farklı mı? Bu farklılık edebi eserlerin anlaşılması açısından bir engel teşkil ediyor mu?
Kısmen farklıdır diyebiliriz. Fakat bu daha çok kelime seçimlerinde yani üslup özelliği olarak kendini gösterir. Osmanlı şairlerinin önemli bir kısmı yetişme şartları ve o devrin ilmiye geleneğinin bir parçası olarak Arapça ve Farsçayı biliyorlardı. Bu dilleri edebiyatlarıyla beraber öğrendiklerini ifade etmek herhalde yanlış olmaz. Çünkü Arapça ve Farsça bu dillerin en muteber eserlerinden öğrenilmeye çalışılıyordu. Dolayısıyla bu şairler Türk, Arap, Fars dillerinin birikimlerine sahip oluyordu. Arapça ve Farsça özellikle edebiyatları ve mitolojileri yönünden edebiyatımızı etkilemiştir. Bu dillerin bunun yanında özellikle kelime kadrosu bakımından Osmanlı Edebiyatı üzerinde önemli bir etkisi vardı. Fakat bunu da bu edebiyatın o dillerin tahakkümü altında olduğu şeklinde yorumlamak bizce pek insaflı bir yorum değildir. Osmanlı Edebiyatının elbette dil ve anlatım bakımından kendi devrine ait bazı farkları söz konusudur. Bir üslup özelliği olarak bazı dönemlerde Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerle dolu bir anlatımın öne çıktığı görülür.
Osmanlı Edebiyatı içerisinde şiir özellikle öne çıkmıştır. Şiir padişah nesir ise reaya olarak kabul edilmiştir. Günümüz Türkçesinin o döneme göre daha sade olduğu ifade edilebilir. Bir Osmanlı edibinin üslubu nasıl olursa olsun onun yazdıklarının hitap ettiği bir kesim bulunuyordu. Bu kesim daha çok medrese eğitimi almış insanlardan oluşuyordu. Bizzat saray, padişah ve devlet adamları bu edebiyatla yakından ilgiliydiler. Padişahların bazısı şairdi. Devlet adamları arasında da önemli şairler yetişmiştir. Divan sahibi olan devlet adamları vardı. Anadolu ve Rumeli’nin belli başlı şehirlerinde ortaya çıkan kültür mahfillerinde şiir, edebiyat, ilim konuları konuşuluyor, müzakere ediliyordu. Dolayısıyla bu edebiyatın özelliklerinin onun anlaşılması noktasından bir engel teşkil ettiği pek de ileri sürülemez.
8. Osmanlı edebiyatında kullanılan edebi motifler ve semboller hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir edebiyat kendi içinde doğal olarak çeşitli kavramları alır ve onları bir sembol hâline yükseltir. Osmanlı toplumu bilir ki, gül sevgili, bülbül ise âşıktır. Bu türkülerimize kadar işlemiştir. Şimdi alıp bunu genişletebilirsiniz. Mesela ismi var kendisi yok diye tâbir edilen bir Kaf Dağı var. Kaf Dağı bir şeye karşılık gelmeseydi şairler alıp onu işlemezlerdi. Osmanlı Edebiyatını meydana getiren şey Osmanlı düşüncesidir. Bugünkü zihniyetle o dönem edebiyatını çözümlemek çok zordur. Mesela bir akademisyen bir makalesinde Fuzûlî’nin aşkının “beşerî aşk” olduğunu söylüyordu. Doğal olarak yanılıyordu. Bir kere günümüz insanının pek görmediği bir aşk ve onun tezahürlerinden bahsetmek gerekir. Osmanlı şairinin ihtiyacı nedir? Bu bir kere en iyi şekilde anlaşılmalıdır. 16. Yüzyıl devlet adamlarından ve önemli şairlerinden Gelibolulu Âlî’nin Osmanlı şairleriyle İranlı şairlerini karşılaştırdığı bir mütalaasını hatırlıyorum. Âlî, İranlı şairlerin birçoğunun tasavvufla ilgisinden ötürü önemli şairler sınıfına girdiğini iddia ediyordu. Bakın böyle bir durum var. Günümüzde akademisyenlerin görmeyi istemediği bir tasavvuf hakikati var. Bu şairlerin birçoğu derviş. “Efendim, bu oran şu kadarmış?” filan diyorlar. Nereden biliyorsun? Tezkirelerde bu şairler hakkında çok az malumat verilir.
Dolayısıyla tasavvufun Osmanlı Edebiyatının arkasındaki temel dinamiklerden birisi olduğu kabul edilmeden bu edebiyat hakkında sağlam hükümler vermek çok güçleşir. Daha en başında bu edebiyatın ana mevzusu olan sevgilinin kim olduğu sorusunun cevabını veremezsiniz. Şairler mutasavvıf olmasa bile tasavvuf Osmanlı Edebiyatının ruhudur dersem herhalde bu mesele daha iyi anlaşılmış olur. Siz aşk deyince sadece karşı cinse duyulan sevgiyi anlarsanız Muhibbî mahlasıyla binlerce gazel yazan ve aynı zamanda bir Halvetî olan Kanuni Sultan Süleyman’ı anlayamamış olursunuz. Her edebî eser ve tür bir ihtiyaçtan doğar. O dönem şairleri günümüz akademik hesaplarına mevzu teşkil etsinler diye şiir yazmadılar. O hâlde bu edebiyatın arkasındaki temel dinamiklerden birisini yanı tasavvufu görüp anlamaya başladığınızda şiirin, edebiyatın neden ortaya çıktığı meselesi de bir cevap hâlinde belirmeye başlar karşınızda. O zaman sembollere de bir anlam vermeye başlarsınız. Kadehin gönlü, şarabın aşkı, meyhanenin tekkeyi veya dergâhı karşıladığını daha iyi anlarsınız. Siz bunları o kültür içinde temsil ettiği anlamlarla değil de ilk anlamlarıyla değerlendirdiğinizde sizin Osmanlı Edebiyatı hakkında fikir yürütmeniz bile abes kaçar. Böyle yapanları dinlemeye bile gerek olmadığını düşünüyorum. Burada şunu da söylemek gerekir ki, Osmanlı toplumu bunların ne anlama gediğini çok iyi biliyordu. Nereden mi biliyorum? Bir örnek vereyim. Şeyhülislam Yahya’nın şöyle bir beyti vardır:
Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı
Meyhaneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî
Beytin günümüz Türkçesine aktarılmış hâli şöyle: Mescitte riyakârlar bırak riya hâlinde olsun, sen riyayı bırak. Meyhaneye gel ki, orada ne riya vardır ne de mürâyî.
Bu beyit bir vaiz tarafından bir camide vaaz esnasında okunuyor ve şeyhülislama bu vaiz “kâfir” diyor. Camideki cemaat galeyana geliyor ve “Sen asrın müftüsüne nasıl küfür isnat edersin!” diyerek neredeyse vaizi linç ediyorlar! Şimdi kelimeleri ilk anlamlarıyla değerlendirdiğinizde Osmanlı Edebiyatı size pek bir şey söylemez. Buradan bu anlaşılır. Bunun akademide maalesef çok yaygın olduğunu, Eski Türk Edebiyatıyla uğraşan birçok akademisyenin bu edebiyatı ortaya çıkaran temel dinamikleri anlamaktan ve anlamak istemekten uzak düştüğünü söylemek isterim. Birçoğu tasavvufi okumalar bile yapmıyorlar. Sanki o başka bu başkaymış gibi. Zamanı gelir, bunlar daha net konuşulur ve eksikler, hatalar daha net bir şekilde tespit edilir. Çünkü şu an Osmanlı Edebiyatı araştırmaları büyük ölçüde metin aktarımından ibarettir. Yayınlanan metinlerin başındaki incelemelerin onları izah etmekten uzak olduğunu da burada söylemek gerekir.
9. Osmanlı edebiyatında farklı dönemlerdeki türler ve yazarları hakkında bilgi sahibi olmak isteyen okuyucular için neler önerirsiniz?
Osmanlı döneminde kaleme alınmış eserlerin okunması gerekir öncelikle. Burada bu alanla ilgili edebiyat tarihlerini tavsiye edebiliriz. Son dönemlerde bu alandaki yayınlarda önemli bir artış var. Fakat bunların büyük oranlarda okunduğunu söylemek çok zor. Günümüzde eğitim kurumlarında bu edebiyatın bilgisi ve estetiği üzerinde pek durulmuyor. Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde bile bu konular neredeyse geçiştirme kabilinden ele alınıyor. Hâl böyle olunca günümüz insanı Osmanlı Edebiyatı gibi muazzam bir tecrübeden faydalanamıyor. Bu boşluğu da malum olduğu üzere internet ve TV dolduruyor. Bunların da nasıl doldurduğu üzerinde durmayalım. Dolayısıyla öncelikli olarak o dönemde yazılmış eserlerin, gazellerin, mesnevilerin okunması gerekir. Fakat günümüz insanı bundan çok uzak. Bu durumda bu dönem metinlerinden hareketle kaleme alınmış yazılar, denemeler, makaleler ve kitaplar okunabilir.
10. Osmanlı edebiyatı döneminde sanatın nasıl bir yeri vardı? Edebiyat eserleri sadece okuma-yazma bilmeyen kesimlerin eğitiminde mi kullanılıyordu yoksa toplumsal bir işlevi de varmıydı?
Her edebiyatın bir işlevi olduğunu en başta kabul etmek gerekir. Osmanlı toplumunda edebiyatın edepli olması gerektiğine dâir bir anlayış vardı. Yazılıp çizilen edebî eserler içerisinde Pendnâme, Nasihatnâme, ahlakî mesnevîler vb. eserler aslında bu edebiyatın toplumsal bir işlevi olduğunu göstermektedir. Osmanlı Edebiyatı işin içine önemli ölçüde estetik boyutu da dâhil etmiştir. Yani söz estetik ölçüler içerisinde yükseltilmiştir. Dinleyenin ve okuyanın edebî lezzet alması elbette gözetilmiştir. Fakat bu, sanatın toplumsal işlevini asla gölgelemez. Burada “Sanat sanat içindir,” veya “Sanat toplum içindir” gibi kısır tartışmaların ne kadar gereksiz ve zihin bulandırıcı olduğunu yeri gelmişken vurgulayalım. Edebiyat her şeyden önce bir estetik işidir. Yazılı bir metnin edebiyatın konusu olması için estetik değeri olması gerekir. Fakat estetik toplumsal faydayı, anlamı ötelemek demek değildir. Zaten toplumsal fayda olmazsa edebiyatta estetiğin nasıl bir önemi kalabilir!
11. Osmanlı edebiyatında Halk Edebiyatının yeri nedir? Halk şiiri, tasavvuf şiiri ve divan şiiri gibi sınıflandırmalar arasındaki farklar hangi unsurlara dayanır?
Aslında bu edebiyatlar arasında büyütüldüğü kadar fark mevcut değildir. Bu sınıflandırma akademik anlayışın bir gereği olarak öne çıktı ve maalesef mutlak bir ayrımmış gibi algılandı. Böyle bir şey yok. Pekâlâ Osmanlı şairlerinin içerisinde hem aruzu hem de heceyi kullanan şairler vardı. Şöhreti aruzla yazdığı şiirlerle olduğu hâlde divanında hece vezniyle yazdığı şiirlere yer veren şairlerimiz vardı. Bir kere Osmanlı şairleri, öyle halktan ayrı insanlar mıydı? Hayır. O dönemde ve bugün Türk Halk Edebiyatı içerisinde değerlendirilen ürünlerle muhatap oluyorlardı. Hem de bizim ilgilendiğimizden daha fazla bir şekilde… Fakat dönemin tercihi ve gelişen zevki gereği aruzla şiir yazma eğilimi özellikle medrese tahsili gören veya edebiyat mahfillerinin kurulduğu yerlerde yaşayan şairlerde daha çok öne çıkıyordu. Bu bir zevk ve tercih meselesidir. Çünkü her kültür ve edebiyat kendisinden daha güçlü olan bir kültürü ve edebiyatı örnek alır. O dönemlerde özellikle Farsa Dili ve Edebiyatı çok öne çıkmıştı. Çünkü çok güçlü bir edebî gelenekleri vardı. Osmanlı, tıpkı askerî sahada olduğu gibi edebî sahada da İran’la yarış hâlindeydi. Nitekim bu dönem ümmet bilincinin öne çıktığı bir dönem olarak görülebilir. Bazı araştırmacıların Osmanlı Edebiyatını “Ümmet Devri Türk Edebiyatı” olarak adlandırmasının altında bu durum yatar. Çünkü ortak bir duyuş, düşünüş şekli vardı. Bunun neticesi olarak Türkçe bu dillerden çok etkilendi. Belki bir rekabet hâli oluştu. Aruzla şiir yazmak öne çıktı. Zannedildiği gibi bu metinler halktan ayrı şeyler olarak yorumlanmamalıdır. Bunlar halk tarafından da kabul gören kültür değerleriydi.. Hatta ümmî divan şairleri yetişiyordu. Bunlar edebî sohbetlerde bulunup kulaktan beslenen şairlerdi. Okuma yazma bilmediği hâlde aruzla şiir söyleyen şairleri kaynaklar kaydediyor. Bunlardan Mürekkepçi Enverî’nin bir divanı vardır ve bu divan yayınlanmıştır.
Öyleyse toparlayalım: Osmanlı Edebiyatı da Halk Edebiyatı da Türkçemizle ortaya konan edebiyatlardır. İlle de bir fark aranıyorsa ilkinde bazı dönemler Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin öne çıktığını, birinde aruzun diğerinde hece vezninin daha çok kullanıldığını söylemek yeterli olur. Bu sınıflandırmalarda orataya çıkan farkları bu edebiyatların yaygınlık kazandığı mekanlarda aramak lazım. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Burada mekân bağlayıcı bir unsur olmamakla beraber bu edebiyatların kendilerine has bazı mahfillere sahip olduklarını da teslim etmek gerekir. Divan Edebiyatı başkent İstanbul başta olmak üzere Bursa, Edirne, Amasya, Manisa, Bağdat vb. büyük şehirlerde gelişme göstermiştir. Bizzat padişahlar ve devlet adamları tarafından himaye edilen, desteklenen şairler vardı. Halk Edebiyatı mahsulleri genelde taşrada gelişmiştir. Tekke Edebiyatı ise tekke ve dergahlarda yetişen veya tasavvufla ilgisi olan kimselerin ve insan-ı kâmillerin ortaya koyduğu edebî ürünleri ifade eder. Dediğimiz gibi bu farklar büyütüldüğü gibi değildir. Akademik tercihler sanki mutlak ölçüymüş gibi kabul edilince ortaya bugünkü yanılgılar çıkmıştır. Üç kişiden birisinin devlet adamı olması veya medreseye gitmesi, öbürünün çiftçi olması, bir diğerinin de dervişlik hayatını benimseyip bir mürşid-i kâmile derviş olması kadar doğal bir durumdan söz ediyorum. Bir an için aynı yerde yaşayan bu üç şahsın birer şair olduğunu düşündüğümüzde mesele herhalde daha iyi anlaşılmış olur.
12. Osmanlı edebiyatının Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’ne nasıl bakıyorsunuz? Bu dönemde hangi şairler ön plana çıktı?
Kanuni Sultan Süleyman devri Osmanlı Devleti’nde büyük fetihlerin olduğu bir dönemdir. Tabii bu dönemi hazırlayan Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim devirleridir. Osmanlı Devleti’nin büyük fetihleri, devletin birçok alanda ortaya koyduğu başarılar edebiyata da yansımış ve 16. Asır’da büyük şairler yetişmiştir. Dolayısıyla bu asırda birçok alanda yakalanan ivme edebiyatta da kendini gösterir. Bizzat padişahın kendisi şairdir. Türk Edebiyatı içerisinde en hacimli divanlardan birisi Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanûnî Sultan Süleyman’a aittir. Padişah şairleri himaye etmesiyle de bilinir. Ünlü şairlerden Hayâlî Bey, padişah tarafından himaye görmüştür. Bâkî’nin kendi döneminde yaşadığından ötürü padişahın şükrettiği söylenir. Yine merkezden uzak olmasına rağmen Bağdat ve çevresinde yaşayan Fuzûlî de bu edebiyat içinde çok önemli bir yere sahiptir. Zâtî, Bağdatlı Rûhî, Taşlıcalı Yahya, Nev’î, Gelibolulu Âlî bu dönemde yetişen diğer şairlerdir. Böylesine büyük şairlerin bu dönemde yetişmiş olması tesadüf olamaz. Devletin askerî alanda ortaya koyduğu fetihlerle beraber mimîri, ilmî ve edebî sahalarda da büyük gelişmeler ortaya çıkmıştır. Elbette bu gelişmeleri hazırlayan önceki devirleri hatırdan çıkarmamak icap eder. Kanuni Sultan Süleyman dönemi ise bütün bu gelişmelerin zirvesini ifade eder.
13. Osmanlı edebiyatının günümüz Türk edebiyatı üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu etki dil ve anlatım biçimi üzerinden mi devam ediyor yoksa farklı yönleriyle de bir etkilenmeden söz edebilir miyiz?
Osmanlı edebi ürünleri günümüz yazar ve şairleri tarafından açıkçası ne kadar okunuyor, bu tartışılır. Günümüzde aruzla pek şiir yazılmıyor. Hiç yazılmıyor, denemez. Fakat hecenin bile daha az şair tarafından tercih edildiği bir dönemden geçiyoruz. Bir de şiir eskisi gibi okunan bir edebi tür değil. Daha doğrusunu söylemek gerekirse edebiyat toplum hayatında eski yerini çoktan TV’ye ve internete kaptırmış durumda. Fakat az sayıdaki örneklerinden yola çıkarak hâlâ aruzla ve eski nazım şekillerini kullanarak şiir yazan şairlerimiz var. Fakat bir edebiyat geçmişten beslenirken her şeyden evvel bir fikrin devamlılığı esastır. Yani tefekkürde yakalanan ivme daha sonraki edebî dönemlerde -eğer geçmişle olan bağlar bizde olduğu gibi kesin bir şekilde koparılmamışsa- kendini gösterir. Fakat bizde geçmişin edebî birikimi büyük ölçüde reddedildi. Dolayısıyla Osmanlı Edebiyatının zayıf etkileri olmakla beraber bunun çok derin olmadığını düşünüyorum.
14. Osmanlı edebiyatı hakkında araştırmalar yapan okuyuculara ne tür kaynaklar önerirsiniz?
Osmanlı Edebiyatı metinlerinde karşımıza çıkan ve bugün kullanılmayan kelimeler birkaç bini geçmez. Bu engeli aşmak günümüz insanı için esasta çok kolay bir meşgaledir. İnsanın bu engeli aşmayı istemesi bile yeterli olur. Eğer bu kelimelere ve Osmanlı Edebiyatının yaslandığı kültüre âşinâlık oluşursa bir insan için önünde muazzam kapılar açılacağı şüphesizdir. Ben okuyuculara bu edebiyatın eserlerini Latif harflerine aktarılan metinler üzerinden okumalarını tavsiye ederim. Hem bu, insana da yüksek bir zevk verecektir. Fuzûlî, Bâkî, Şeyh Gâlib ve diğer şairlerin şiirlerini doğrudan okumak hem bu edebiyatın asırlar içinde meydana getirdiği dünyayı anlamak demek olur. Bu da az bir şey değildir. Tabii bunun yanında yardımcı kaynaklar da çok işimize yarar. Ali Nihat Tarlan hocamızın Edebiyat Meseleleri adlı eseri bu açıdan önemlidir. Mehmed Çavuşoğlu hocamızın Divanlar Arasında adlı eseri bu edebiyatın dünyasına girmek için bir anahtar gibidir. Cihan Okuyucu hocamızın Divan Şiiri Estetiği, Turan Koç’un İslam Estetiği ve Beşir Ayvazoğlu’nun Aşk Estetiği kitapları da Osmanlı Edebiyatının yaslandığı dünyanın estetik anlayışını çözümlemek adına çok önemli kaynaklar durumundadır. Âcizane kanaatim bunlar muhakkak okunmalıdır. Bunun yanında Prof. Dr. Cemal Kurnaz, İskender Pala gibi günümüz Eski Türk Edebiyatı hocalarının çalışmaları bu sahayla ilgili okuma yapmak isteyenlere çok yardımcı olacaktır. Osmanlı Edebiyatının dünyasını anlamak isteyenler için özellikle tahlil kitaplarının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birkaçını okuduktan sonra diğerleri biraz sıkıcı olabilir fakat en azından bazılarının okunması elzemdir. Ali Nihat Tarlan’ın Şeyhi Divanı’nı Tetkik, Harun Tolasa’nın Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Cemal Kurnaz hocamın Hayali Bey Divanını Tahlil adlarını taşıyan tahlil çalışmaları burada akla ilk gelenlerdir. Elbette son zamanlarda bu konuda başka bazı çalışmaların olduğunu söyleyebiliriz. Fakat öncü çalışmaların bazıları bu saydıklarımızdır. Sonuç olarak Osmanlı Edebiyatı hakkında yapılan çalışmaları okumak bu dünyaya bir giriş yapmak demektir. Bu okumaların elbette muhabbet duyarak yapılması insanı bu edebiyatın dünyasına daha bir âşina kılar.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz
Ben teşekkür ederim.