Geceler Bize Ne Söyler?
Gece deyince yazının yabanın karla kaplı olduğu, tabiatın tasvirden öte bir tefsire ihtiyaç duyduğu uzak bir köyü hayal ediyorum. Çağırıp seslendiğimde bana cevap verecek sadece uzayıp giden müthiş bir boşluk vardır. Karanlığın ve karın, görünenlerin üzerini örtüp görünmeyenleri fısıldadığı bir sükûnet hâkimdir böylesi bir yerde. Bir iç yolculuğuna çıkmaktan başka çaremizin olmadığı bu mekânda, sohbet edebileceğiniz, sesiyle kulaklarınızın pasını silebileceğiniz bir insan, hiç değilse bir şey bulmak kolay değildir. Peki, o sesi duymak gibi bir imkândan mahrumsak ne yapabiliriz? Bunu, mekânın ve insan dediğimiz meçhul bir âlemin buluştuğu mekânlar söyleyebilir bize.
Mum ışığıyla veya lüks lambasıyla aydınlanmaya çalıştığımız bir odada duyulan insanın sesi ne kadar derinlerden gelir. Kaybolan şeyler sanki uykusundan uyanmış devler misali acayip homurdanmalarla ve garip tecellilerle ortaya çıkar. Adeta insanı kendileriyle konuşmaya davet eder. Bu yüzden, eşyadan akseden bir bakışın içimize yansıdığını görüp kendimizde kaybolur ve tek kelimeyle “ebedî” bir hesabın içine düşeriz. Bu bizi, dışarıda hiç durmadan aradığımızın, insan ruhunun derinliklerinde olduğunu söyleyen bir maceraya sürükler. Tecessüsümüzü “ben” denilen bu muamma ile tanıştırır.
Böylesi bir hayalin içinde eşya ile hal diliyle dertleşiriz. Bir yudum çaydan alacağımız lezzet; bir anlık nefes; çok derinlerden geliyormuş gibi ağır aksak ilerleyen bir insan sesi; gecenin zifiri karanlığına açılan pencerelermiş gibi bize bakan suskun duvarlar; bir gölün üzerinden kayıp giden sis kümelerine benzeyen ve mum ışığının titrek alevinin her vuruşuyla ürkek ürkek kımıldayan sessiz gölgeler; gökyüzünde tükenmez kafileler hâlinde ilerleyen ve bir yerde ay ışığına ulaşan bulutlar; nihayet hudutsuz bir boşluğa benzeyen tabiat bize hiç bitmeyecekmiş gibi gelir.
Böyle bir “an”ın, asırlardan, hatta nihayetsiz zamanlardan daha büyük ve daha erişilmez olduğuna inanırım. Kendini ruhun tefsirine teslim eden bütün bir kaderi ve bütün nasipleri toplar da onları hayalin en derin dehlizlerinde, bir masal anası sabrıyla ören kalbin ellerine emanet ederim. Hayalhanesi zengin bir işleyiş hâlinde bulunan insan durmadan ördüğü bu masalın varlığını, iplik iplik ettiği bu malzemeden çıkarır.
Karanlığın hele de kış gecelerinin insana verdiği sükûnet hissi yüzünden ruhumuzda gizlenmiş bir sözleşmenin yorumu, bizi insan dediğimiz o pek meçhul şeyin en derinlerine bırakır. Onun şerhinin vereceği huzuru arzulamak, en azından bunun sebep olacağı bir teselliyi istemek, kalbimizi dayanılmaz bir arzu gibi kuşatır.
Konuşmamak bizim için korkunç bir şeydir bu gecelerde. Susmak insana en büyük zulüm gibi gelir. Çünkü bu karanlık dehlizde sonuna kadar devam etmek, sabır hissimizin uğrayabileceği çileli hallerden biridir. O yüzden söylemek, daima bir şeyler anlatmak, birden kaybolan insan sesinin yokluğa giderek daha çok karışan varlığını elden kaçırmamak için bir kelimeyle de olsa hayata dâhil olmak gerekir. Bu, tabiatın en derinlerine çekilmiş uzak köylerde, mesafelerde ve sessizliğin uğultusunun hâkim olduğu mekânlarda oflamalar, “hey gidi hey” demeler, “yalan dünya” diye söylenmeler ve nadir de olsa itiraflar yoluyla yapılır. Çünkü karanlık dediğimiz o harikulade şey, bizi buna, konuşmaya, yani kendi kendine işleyen şu masal zamanına bir yerden dâhil olmaya zorlar. Aksi hâlde, bir anlık gaflet veya dalgınlığımız, varlığımızı silip süpürecek kadar kuvvetli olabilir ve bizi hiç istemediğimiz bitmez tükenmez bir hesaplaşmanın içine düşürebilir.
Bu kapkaranlık, ıpıssız âlemin telkin ettiği dünya ne kadar ağırdır! Geceyle dost olmaya çalışmamıza rağmen ondan korkarız. Hem, gecenin kalbimize bıraktığı bir korku hissi, asla hafife alınacak şeylerden değildir. Eminim, onun adı sadece korku da değildir. Adsız, isimsiz, cisimsiz bir şey. Nedir peki? Tek bildiğim sürgün olduğumuz bir hayalin içinde hiç durmadan düştüğümüz ve acı çektiğimizdir. Karanlığa baktıkça zincirini kıramadığımız, koparamadığımız bu şey, bizi hiç durmadan kendine çeker. Çeker ve asla bırakmaz.
Bir mumun veya lüks lambasının, sonra gözlerini bize dikmiş bir ceylan deseni taşıyan duvar halısının, kapının ardında asılı duran elbiselerin, ahşabın kokusunun, tahtaların gıcırtısının, ahırdaki hayvanlardan gelen çan seslerinin, rüzgârın uğultusunun, derenin şırıltısının ve içine binlerce hayatın sığabileceği o köhne zamanın bize fısıldadıklarını nasıl anlatabiliriz! Bu şeyleri, bir hayali hep tekrar eden insanların yaptığı gibi, dinlediğimizde insanda bıkkınlık uyandırmayan masallar gibi içimizde taşıyıp dururuz. Şerhini sadece bizim yapabildiğimiz bir dünya, lisanına bizim vâkıf olduğumuz bir âlem ve asla kimselerin girmesine izin vermediğimiz bir şehir yaparız kendi içimizde. Kelimelerle izah edilemeyecek hâdiselere bürülü o mutlak kahramanlar, hep söylerler, konuşurlar ve orada yaşarlar. Olmadığını kimse iddia edemez onların. Çünkü hiçbir varlık iddiası taşımazlar. Nihayet git gide var olurlar. Bir kuruntu değildir bu. Olması gereken, fakat olmasına izin verilmeyendir. Ve olurlar. Bu âlemin yalanı bizi onların hakikatine iter. Birlikte, beraberce, birbirimizi incitmeden yaşarız.
O halde insan karanlıkla barışmalıdır. Ona karşı kullandığımız ve tek silahımız olan başımızı yastığa koyup uyumak, sonra her şeyi sildiğini zannettiğimiz unutmak fikrine sarılmak hakikaten çok zayıf bir tedbirdir. En azından karanlık ve bitip tükenmeyen şu masal âlemi için böyledir bu. Eğer, geçmişte olduğu gibi yeniden masallar yaşamak, devlerin, perilerin kahkahalarının çınladığı kadim hikâyelerin kahramanı olmak ve zamandan çıkarak sonsuzluğu hiç durmadan ören bir işleyişe dâhil olabilmek istiyorsak, kapıların ardına kadar açıldığı o demlerde onlarla beraber yaşamayı bilmeliyiz.