Güzinenin Yazılamayan Destanı
Bir dost sıcaklığını çevresine yayan bir güzine, en güzel muhabbetlerin demlenmesine vesile olan ve her dem taze kalan tavşankanı bir ıhlamur, güzinenin üzerinde asılı duran ve hiç eksilmeyen ıslak elbiseler, hak edilmiş huzurların daimî karargâhı bir divan ve buğulu bir pencerenin ardında dağların ve tepelerin doruklarına doğru koyulaşan kar kümeleri… Köyümüzde kış bu demektir.
Baştan sona bir hikmet deryası olan bu mevsimin ârifane duruşu, günün her saat ve dakikasında doyasıya hissedilir köyde. Bu mevsim insana öyle bir iç huzuru verir ki, soğuktan buz kesilmiş bedenimizde sımsıcak bir yaşama arzusu bulmak hiç de uzak bir ihtimal değildir. Yalnız, bunun için köyü çevreleyen ormanların serin nefesini, yüce dağların kara bürülü heybetini, tabiatın sade beyazlığında âdeta yavaşlamış zamanı, soğuğun bir çocuğun yanağında beliren dokunuşunu hissedebilmek gerekir.
Bin bir güçlükle ısınan ahşap evlerin küçük penceresinden her sabah etrafın bembeyaz olmasını çocuk kalbimizi dolduran büyük bir heyecanla beklerdik. Sonbaharın hudutlu oyunlarından sıkılmış bir halde, kışın yepyeni eğlencelerini ve bembeyaz dünyasını beklerdik. Artık kar yağsın, her yer bembeyaz olsun, tabiat ezelî bir sükûta kavuşsun, yeryüzünde tek canlılık emaresi olarak kuşlar ve biz kalalım isterdik.
Kış geldiğinde sabahın bir vaktinde annemin “kar yağmış” sözünü sanki bir müjde gibi beklerdim.[1] Mutfakta, yer yatağında yatardık. Başımı yastıktan kaldırdığım zaman duyacağım bir ses kalbime çok tatlı bir sevinç bırakırdı. “Kar yağmış…”
Bu ne kadar sihirli bir cümleydi!
Üşüyene ve ıslanana dek, karın içinde çırpınmak; hasta olma tehlikesini hiç dert edinmeden kışın varlığını bütün tenimizde duymak dayanılmaz bir arzu olurdu. Soğuktan kıpkırmızı olmuş ellerimizi, karın gelişini biraz daha kutlayabilmek için hohlaya hohlaya ısıtmaya çalışır, eğlencemizin sadece bu üşüme yüzünden yarıda kesilmesine müsaade edemezdik. Anne ve babamızdan bir sürü azar işitme pahasına, bembeyaz mesafelerin ikram ettiği oyunların lezzetine obur bir iştiha ile nasıl da sarılırdık!
Kış geldiği vakit en büyük eğlencemiz mısır ve fındık bahçelerinde kaymak olurdu. Zaten bu eğimli tarım arazileri kaymak için en müsait yerleri teşkil ederdi. Bulduğumuz muşamba, çuval, minder gibi eşyaları alır, hemen buralara koşardık. Bazen sıra sıra, bazen de teker teker kendimizi Önce Allah’a sonra da altımızdaki muşambaya emanet eder, nerede duracağımızı nereye çarpacağımızı bilmeden karın üzerinde akar giderdik.
Şairin “Mangal kenârı kış gününün lâlezârıdır” demesinin hikmetini çok iyi anlarım. Kışın en zevkli, en tatlı nimetlerinden biri de herhalde çıtır çıtır yanan bir sobanın yanında keyif çatmaktır. Pencereden karın beyaza bürüdüğü mesafelerin insanı çekip sürüklediği hayal âlemlerinden uyanmadan geçmiş ve gelecekle buluşan her şeyi düşünmenin tarifsiz bir hissi vardır. Sonra sobanın üzerinde her dâim hazır olan tavşankanı bir ıhlamuru höpürdeterek içtiğim o güzel demleri yâd ettikçe, dünya nimetlerine gömülmüş bir çocukluğun şükrü gelir yerleşir kalbime. Annemin her gün tazelediği ıhlamurun kokusu ve sobanın bir dost sıcaklığı kadar makbul ve munis yakınlığı, sonra samimiyeti, derinliği ve yapmacıksız olması ruhumun kana kana içtiği güzelliklerdendi.
Güzine bir vahdet ehliydi sanki. Toplayıcıydı. Çocukları ve büyükleri çevresinde bir araya getirir, muhabbete vesile olur, sevgiyle ısıttığı ıhlamur ile bize kuvvet verirdi. Kışın bazen elektrikler kesilirdi. Varsa mum yakılır veya löküs dediğimiz lamba uyandırılırdı. Güzine böyle zamanlar etrafındaki duvarlara âhenkli yansımalar bırakırdı. Alevler, sanki duvarda dans ederdi. Bu çok cazip bir seyir olurdu biz çocuklar için. Sanki şu güzine bu hâliyle masal zamanımıza karışırdı. Çıtırdarken söyleşir, bir alev topu hâline getirdiği odunlarla homurdanırdı. Obur bir iştiha ile odunları küle çevirirdi.
Bazen durgun demlerimde güzinenin bu seslerini hatırlıyorum, içim burkularak. Harflere dökülmesi imkânsız acayip sesler! Bu onun sözleriydi. Bizimle böyle konuşuyordu zannediyordum. Güzine hepsi de yerli yerince duran eşyanın yerinde en sabit ve karanlığa en hâkim olanıydı.
Bana büyük mutluluklar vermiş hiçbir şeyi tam anlatamıyorum. Onun en önemli kısmı yine bende kalıyor. Galiba kıskanıyorum bunları herkesten. Güzine de öyle oldu. Yine bitmeyen bir yazı olarak kalacak bu bölüm. Öyle olsun. Belki böylesi daha güzeldir.
[1] Nitekim 31 Ocak 2011 Pazartesi tarihinde günlüğüme şu satırları kaydetmişim: “Sabah kalktığımızda her yer bembeyazdı. İnsan seviniyor, heyecanlanıyor bu anlarda; çünkü böyle bir manzara beni derhal çocukluğuma alıp götürüyor.”