Kadim Bilgelik ve Bir Çift Yürek – 6
Kadim Bilgelik ve Bir Çift Yürek – 6
Tabiat
Gerçek İnsanlar Kabilesi doğayı tanımada ve ondan istifade etmede eşsiz bilgeliklerinden yararlanır. Beyazların su bulmalarının imkansız olduğu yerlerde yer alan suları keşfederler. Yerlerde bulunan izlerden hareketle, yakınlarda hangi hayvanın bulunduğunu keşfederler (s. 76-77).
Aborjinler, ayrıca sıcak veya yağmurlu havalarda kilometrelerce yol yürüyebilirler. Onlar, açık havada uyurlar. Tabiata tasarruf etmeyi ve onu keyfî yere kullanmayı kabul etmezler. Herhangi bir toprak parçasının alınıp satılmasını ve kapalı mekanlarda yaşamayı anlamazlar. Bunu oldukça anlamsız bulurlar. Avustralya hükümetinin kendilerine ev verdiği Aborjinler’den bazıları evlerin bahçelerini yatıp dinlenmek üzere, evin içini ise depo olarak kullanmışlardır. Bu, onların tabiatla bütünleşmelerinden kaynaklanan bir husustur.
Tabiattaki her şey en yüksek bilinç düzeyinde duyulur ve hayvanlar bile onlar için bir tehdit oluşturmazlar. Onların tabiatla kurduğu yakınlık özellikle yiyecek temininde ortaya çıkmaktadır. Bitki köklerinden, tohumlardan ve diğer hayvanlardan yararlanan Gerçek İnsanlar Kabilesi bunların olgunlaşmış olmasına özellikle dikkat ederler. Bir sürü içerisinde bulunan hayvanlardan biri avlanacaksa bu mümkünse en yaşlı üye olmalıdır. Özellikle bitkilerle telapatik bir ilişki kuran Aborjinler onların yenip yenmeyeceğini sadece ellerini bitkinin üzerinde tutarak bilirler. Bu durum “Evet, bu can vermeye hazır!” (s. 78) şeklinde ifade edilir. Yazarın deyimiyle Gerçek İnsanlar “Sanki evrenden gelen mesajları alabilen minik bir göksel alıcıya sahiptiler.” (s. 79).
İhtiyaç duyulan her zaman çeşit çeşit yiyecekler onlara kendilerini takdim ederler. Yazar bir yerde de bununla ilgili şöyle der: “Gerçekten de ne denli çok yabani, besleyici yiyecek bulmamız ve bunların tam gereksinim duyulduğu anda ortaya çıkmaları çok şaşırtıcıydı. Hiçbir bitkinin yeşermeyeceği sanılan en kurak bölgelerde bile görüntünün beni son derece yanılttığını anladım.” (s. 106).
Mutantlar doğayla böylesine derin ilişkileri zaman içerisinde kaybetmişlerdir: “Bana anlattıklarına göre bu yetenek tüm insanoğullarına verilmişti ama benim yetiştiğim toplum, üyelerinin sezgilerine kulak vermesini doğaüstü ya da kötücül bulduğu için onaylamayan bir tutum sergilemişti.” (s. 78).
Aborjinler, yazarın, içinde zaten mevcut olan bu yeteneğini geliştirilmesini bekler. Neticede yazar da giderek hangi meyvenin olgun, hangisinin yenebilir olduğunu sezinlemeye başlar. “Evrenden izin aldıktan sonra elimin ayasını bitkilerin üzerinde gezdiriyordum. Olgun bir bitkinin üzerindeyken elimin ya ayası ısınıyor ya da parmaklarımın ucunda bir kıvılcımlanma duyuyordum.” (s. 78). Mutantların reddettiği bu sezgi, Gerçek İnsanlar Kabilesi’nin bilgeliğini anlama konusunda çok önemli bir kavramdır. İnsanın evrenle kurabileceği irtibat zihnini her türlü ağırlıktan kurtardıktan sonra sezgilerinin güçlenmesiyle ortaya çıkabilecektir.
Gerçek İnsanlar, doğayı asla sömürmezler. Tabiattan alınan her şey ona geri verilmelidir. Bir Aborjin öldüğü vakit bedeninin, kendisini on yıllarca besleyen toprağa karışacağından ötürü büyük bir huzur içerisindedir. Ancak böyle bir huzur, ruhunu evrenin ruhu kılabilmiş bir bilgenin nasibidir. Bu sebeple Gerçek İnsanlar, tabiattan aldıklarıyla bir tecrübeye sahip olduktan sonra onu yeniden ait olduğu yere bırakmada hiçbir tereddüt göstermezler.
Yazar, yürüyüşleri sırasında bir genç kızın çalılıklar arasında bulduğu sarı çiçeklerden söz eder. Bu sarı çiçekleri boynuna bağlayan genç kız, en güzel mücevherleri elde etmiş gibi mutludur. Bütün üyeler büyük bir neşe içerisinde kızın etrafında toplanırlar. Onun ne kadar harika göründüğüne dair iltifatları cömert ve samimi bir şekilde kendisine sunarlar. Genç kız, o gün bütün iltifatları toplar. Yazarın gözlemlerine göre bu çiçekler maddî değeri olan müvecherlerden kat be kat daha değerliydi Aborjinler için. Çünkü eşya ile sonsuz ve mutlu bir tecrübe yaşayan Gerçek İnsanlar, mücevherleri herhangi bir taştan farklı görmezlerdi. Yazar kızı kast ederek şöyle der: “Onun mücevherlerinin bir anlamı, bizimkilerinse ekonomik bir değeri vardı.” (s. 98-99).
Maddeye sonuna kadar bağlı bizlerin değerler sistemi yazara göre yanlış bir yerlere oturtulmuştu (s. 99). Nesnelere verdiğimiz değer ve onlara sahip olma tutkusu, onlardan hakikî ve sürekli bir huzuru elde etmek için yaşayacağımız bir tecrübenin yerine gerçekten çok ucuz bir karşılıktı. Halbuki, Aborjinler’in yaşayışı bize şunu söyler: Maddeler gelip geçicidir. Tecrübe kalıcıdır. Karşılaşmalarımız cisimlere ve şeylere sahip olmak için değil, onlarla bir süreliğine bir tecrübeyi paylaşmak ve bunu evrensel belleğe kaydetmek üzere planlanmıştır. Maddî olanın cazibesine yenik düşen her insan bu açıdan bu sınırsız tecrübeyi elde edemeyen bir proje hükmündedir. Hallbuki Gerçek İnsanlar eşya ile ilgili insanlık tecrübesine çok değer verirler. Bütün bir evrenin gözbebeği insandan istenen şey, eşyadan yola çıkarak evrendeki bütünlüğü kendinde teksif edebilen bir tefekküre ve tecrübeye erişmesidir. Aborjinler bu tecrübenin er ya da geç yaşanacağını ve bu yüzden insanın daha fazla acı çekmeden sınavları geçmesinin en iyi yol olduğunu düşünürler (s. 166).
Gerçek İnsanlar’a göre yeryüzü ve doğa bize eşsiz bir bilgelikle geliyordu. Çevremizde görünen şeyler evrensel bilinçten talep ettiklerimize bir karşılık ve bunun bir yansıması olarak kabul edilmeliydi. Bu bilgecekabul, çevremizdeki ve tabiatı sevmemiz için büyük bir sebepti: “O gece, kabilenin toprak ve kendi ataları arasında kurdukları ilintiyi ilk kez gerçekten anlayabildim. Şu dümdüz çölün ortasından fışkırmış gibi duran bizim büyük kaya fincanımız, uzak atalarımızdan birinin besleyici göğsü ve bizlerin canını kurtarmak için inorganik bir madde biçiminde ortaya çıkmış olan bir bilinç olabilirdi pekala.” (s. 173).
Bütün bu sebeplerden ötürü Gerçek İnsanlar Kabilesi’nde mülkiyet fikri de oluşmamıştır. Onlar zaten buna bir anlam veremezler. “Toprak, bütün varlıklara aittir. Anlaşmalar ve paylaşmalar gerçek anlamda insani tutumlardır. Sahip olmak, kendine düşkünlük amacıyla başkalarını dışlamanın uç noktasıdır. Britanyalılar gelmeden önce Avustralya’da hiç kimse toprak yoksunluğu çekmiyordu.” (s. 190)