Kafdağı’nın Öte Yüzü
Masal, insana sunulmuş ilk tesellidir. Hayatın esrar perdesinden yükselen manalara hazırlıktır bir bakıma. İnsanın, varla yok arasına sığdırdığı mütevazı bir maceradır onlar. Masalla kurduğumuz aşinalık, her geçen gün azalsa bile insanlığın onlara duyduğu ihtiyaç eksilmeden devam etmektedir. Başımızı koyduğumuz bir yastık kadar, hayalimizi dinlendireceğimiz bir masal iklimi de gerek bizlere.
Masal, zamanın bütünlüğünü duyurur bize. Parçalanamayan tek bir ânın sonsuzluğunu hissettirir. Bu yüzden hatırası ezel kadar eski, ebed kadar yenidir onların.
Masal demek biraz da gece demektir. Dikkatimizi içimize davet eden karanlık, masalın en çok sevdiği bir imkân oluverir geceleri. Onlar, karanlığa öylesine alışırlar ki, bir süre sonra kaderin ürperişlerini hissettirirler bize. Bundan olsa gerek dinlediğimiz her masal, gecenin karanlığıyla birleştiğinde kader gibi ağır, insanın kalbiyle buluştuğunda ise sonsuzluk gibi derindir. Bu yüzden kendini dinlediği masalın çağlayanına bırakmış insanın en asude, en vefalı ve en samimî zamanı gecenin derinliğinden kopup gelen bu masal çağlarıdır.
Varla yok arası bir dünyaya sığınıyoruz masalları dinleyince. Her şeyi hızlandırıyoruz muhayyilemizde. Her şey bir var bir yok oluyor. Nasıl oluyor bu? Bilmiyorum, oluyor işte. Varlığını pervasızca iddia eden yalanların bitişini yaşarken, insanoğlu ezelî olana hazırlık temrini yapıyor onlarla. Bu yüzden ezel ve ebed yolcusu insanın, kendi yolculuğunun farkına varışıdır her bir masal.
Masal dünyasında iç âlemimiz, duygu ve fikirlerimiz birer birer dökülür kelimelere… Orada şehzade biziz, âşık ve sevgili de… Hayat, kendimizi bulma mücadelesi ise eğer, biz, bize kavuşmak için mücadele eden masal yolcularıyız. Bizi bize anlattıkları için dinliyoruz masalları. Bir “hiç” yolculuğuna dönüşen maddeyle ağırlaşmış şu hayatımızı, bir “iç” yolculuğuna çağıran masal zamanıyla sakinleştiriyoruz. Bu yüzden onları dinlerken böylesine dinginleşiyor ve kelimelerin masal tadına böylesine teslim oluyoruz!
Bu kadar aşina olmasalardı itiraz ettiğimiz bir şeyler bulunurdu onlarda. Bir masalın bitiminde sorulan sorular bile, bir itirazın değil bir teslimiyetin ifadesidir. Böylece rıza gösterdiğimiz nasipler gibi razıyız masallardan. Muradına erenler, kerevetine çıkanlar, üç elmanın birini elde edenler rahatsız etmez bizi. Soru sorsak da karşı çıkmayız onlara. Fakat haklarında konuşur, onları hayatımızın bir parçası hâline getiririz. Bunu isteriz yani. Onlar, hayalimizin sonsuz ikliminde yaşadıkça hudutsuz yorumlarımızda besleriz masallarımızı. İnsanı, bir de onlardan öğreniriz.
İşte bu yüzden diyorum ki, Kaf Dağı’nın öte yüzüne uzanıp bir masal ülkesi aramamız lazım kendimize. Sahillerine kendimizi rahatça bırakabileceğimiz bir ülke olmalı bu. Adımımızı atar atmaz onların hikmetli ve cazip dünyasına girebilmeliyiz. Gönlümüzün sesine kulak vermeli, dahası kendimizi dinlemeliyiz. Şehzadeler, padişahlar, devler, periler ve şu uçuşan böceklerin misafiri olmalıyız. Nedir derdi bunların, bir dinlemeliyiz değil mi! Kendimizi bu yokluk denizinin coşkun dalgalarından masal kıyılarına bırakmalıyız. Ne diyordu Şeyh Sâdî: Selamet kenardadır. Yok yok. Bence selâmet masaldadır.
Bu selâmet yurdu masalın haricine çıkmadan, gerçeklerden bunalan kalbimize içirmeliyiz onu. Günlük hayatın çok üstünde yaşanan bu hakikati duymalıyız. Eşya ve tabiat, kendisini tefsir ettiğimizde açıyor bize sırlarını. Masal kelimeleriyle yumuşayan eşyaya dokunmalı ve onların üzerindeki şu iğreti perdeyi kaldırmalıyız. Hep bir şeyler söylemek isteyen sessizliğine inat, masallarla bir olup zevksizliğine ve donukluğuna bir son vermeli bu hayatın. Onu masal zamanına uyandırmalıyız hep birlikte. Kalbin seheri başlamalı masal kelimelerinde ve bu ebedî sevinç hiç bitmemeli. Kalbin hüznünden haberler toplamalıyız masal devirlerinde. Artık durulmalı ve bir kere de şunu düşünmeliyiz artık: Ötelere açılmayan her pencere, sırların sırrına erişmek istemeyen her şey çok yordu bizi. Biraz da masallarla beraber kendimize dönüp huzura ermeliyiz.
“Bu yorgun argın insan, masallarla dinlenebilir mi?” demeyin hemen. İnsan masalı sever, daha doğrusu masalını… Hep iyilerin kazanması, peşinde olduğumuz ebedî bir ümidi ufak tefek lezzetler hâlinde duyurur bize. Bu yüzden kırık dökük sevinçlerle dolu şu tedirgin yüreğimize iyi geliyor masallar. Kırk odalı bir konağın kırkıncı odasının kapısını açmamak, ama orayı hep merak etmek –istikbalimizi ören ümitler gibi- hoşumuza gidiyor. Bir kelimeyle değişen hayatları, bir dokunuşla bambaşka hâle bürünen insan talihini bu minyatürde izleyebilmek zihnimize, içine ezel sözleri yerleştirilmiş esrarlı bir mûsıkî gibi huzur veriyor. Doludizgin oluyor hayallerimiz. Bu küçük âlemle mutmain olabilmeyi seviyoruz biz.
Kelimelerin masal devirlerinden uyanmayı ve hayatın bu kırkıncı odasından çıkmayı hiç istemesek de bir zaman sonra onlar da sona eriyor. Fakat bu bitişin bir başlangıç olduğunu bilir, hiç değilse hissederiz. Vazifesini tamamlayıp sessizliğe bürünen her bir masal, rüya ve hayal dolu bir âlemin başlangıcıdır. Bir masal bitiyor, aslında kendi masalımız başlıyor demektir bu. Muradına erecek şehzadeler, nasihatini sunacak masal anaları, kendisiyle savaşacağımız devler, rengârenk hâlleriyle etrafımızda uçuşan periler ve güzelliği uğruna ateş denizlerine gark olacağımız sevgililer çağırıyor bizi. Ne yapmalıyız peki? Bu çağrıya uymalıyız. Hayali mahmuzlayıp bir arpa boyu gittiğimiz şu uzunca yolu heyecan ve sevinçle sonuna kadar yürümeliyiz.