Kültür Mirasımızı Sahiplenmek
Osmanlı edebî mirasını dili sebebiyle tenkit etmek, önüne sunulan yemeği şurası böyle, orası öyle diyerek reddetmek anlamına gelir. Bu edebî miras kendini, âlemi ve Hakk’ı anlamak isteyen âriflerin, âlimlerin, şâirlerin, hikmet sahibi kimselerin müştereken inşa ettiği zengin bir birikimle meydana gelmiştir. En dikkat çeken vasfı bu edebî mirastaki zengin tecrübeler yanında ortaya konan edebî eserdeki zarafet ve derin samimiyettir. Bu müellif ve şairlerin pek çoğunun tanınıp bilinmek, şöhret olmak ve dünyalık bir şey elde etmek üzere bunları kaleme almadığı ortada. Bir derdi vardı o âlim ve ârif şahsiyetlerin, şairlerin! Neydi o dert? Uzun uzun üzerinde düşünmek gerek.
Öyle kimseler vardır ki, eserleri vefatından sonra gün yüzüne çıkmıştır. İbrahim Has hazretlerinin eserleri gibi… Öyle şairler de vardır ki, içi içine sığmamış, gurbetlerde gezmiş ve bir yolculuk deminde rahmetli olmuştur. Fehîm-i Kadîm gibi… Öyle âşıklar da vardır ki koca Anadolu’yu ve Azerbaycan’ı gezmiş, kendisi gibi bir garip bulamamıştır. Yunus Emrem gibi… Gönlü alev alev yanan, âşık gönülleri hâlâ tutuşturan şahsiyetlerin eserlerini hangi edebî sebep ve akademik yöntem çerçevesinde izah edilebilirsiniz? Şimdiden söyleyeyim. Böyle bakarsanız hiçbir şekilde izah edemezsiniz. Yapılan çalışmaların birçoğu hâlen “Körler sağırlar birbirini ağırlar”dan öteye geçemiyor.
Günümüz edebiyat tarihçiliğinin en büyük zaafı bu koskoca edebî birikimin neden ortaya konduğunu bir türlü anlamak istemeyişidir. Bu, o koskoca divanlarda daima anılan sevgilinin daha kim olduğunu çözememekle de sabit bir husustur. İşin bu kısmı akademik bir mesele. Hâlbuki o insanların evlâdı bugün bu mirastan istifade edemiyorlar. Tabir yerindeyse önlerine sunulan mükellef bir sofradan istifade edemiyor, bunca irfanî ve edebi mirasın kendisinden, içinden, özünden faydalanamıyorlar. Çünkü bu mirası oluşturan medeniyetin diline çok uzağız. Bu birkaç yüz kelimeden müteşekkil uzaklık bugünün insanı için en büyük zorluğu oluşturuyor. Zamanlar geçiyor ve öğrenmek daha müşkil bir hâl alıyor. Eğitimdeki suni müfredat ve gündemdeki haber içeriği zihinleri biteviye doldurup işgal ediyor.
Mevcut durum, bir müddet sonra insanları; onları derin tefekküre, dikkatli bir hayata, mutlu anlara, daha sağlıklı insanî ilişkilere sevk edecek o güçlü mirası sahiplenmekten maalesef alıkoymaktadır. Bunun birçok sebebi ve makul bir açıklaması elbette vardır. Bana kalırsa işin temelinde şöyle bir mesele var: Eski metinler teknolojik dönüşüm zamanında bu kadar gelişmeyle beraber eş zamanlı olarak ve dikkat çeken bir içerik hâlinde internet ortamına aktarılamadı. Bu konudaki zaafiyet hâlâ devam ediyor. Bunun sonucunda genç nesil, zihinlerine korkunç mesajlar bırakan internet oyunlarının, filmlerin etkisi altında kaldı. Acı bir gerçek olarak gençler şimdilerde bunların etkisinde yaşıyor. Şimdi bunların çoğu için oynadıkları oyunlardan, tuttukları takımlardan daha kıymetli bir şey yok ne yazık ki…
Tabii bu da bir cümbüş. Fakat elimiz kolumuz bağlı oturacak mıyız böyle? Hayır. Üstümüze düşeni yapmaya çalışacağız. Bu, her meslek erbabı, her meşrepten insan için böyle olmalı.
Ayrıca sormalı:
Ey akademisyen! Sen hep böyle hayalinde kurduğun bir sığ dünyada yaşayıp bir türlü anlayamadığın metin ve konularla mı meşgul olacaksın? Ey öğretmen! Ne zamana kadar ek dersleri keklemeyi düşünüp sadece yemek, içmek ve gezmek için yaşayacaksın? Ey sabahtan akşama kadar kahvede pinekleyen amca! Şu cehennem çukurunu derinleştirmekten ne zaman vazgeçeceksin? Ey eğitim ve öğretimle pek ilgisi kalmayan öğrenci! Ne zamana kadar böyle devletin ve milletin nimetlerini sömürüp duracaksın?
Zaman geçiyor. Gençler, gençlik elimizden kayıp gidiyor. İnsanların elinden tutup onlara yâr ve yardımcı olamıyoruz. Kültür ve eğitim kurumlarımız, yöneticilerimizin bir kısmı ve üniversite meseleyle ya gerektiği kadar ilgilenmiyor yahut hiç ilgilenmiyor. Derdimize çare yine bizde, kültürümüzde, irfanî zenginliğimizde… Yapmamız gereken o mirası sahiplenmek, biraz gayret ve en önemlisi bu dert ile hâllenmek…