Rüya Güzellemesi
Hayat, bazen irademizin dışında seyreden pek çok sebep yüzünden bizi oldukça hırpalıyor. Yoruluyoruz, sebeplere mânâ vermede güçlük çekiyoruz. Düşünüyoruz, fakat yine de pek çok meselenin üstesinden gelemiyoruz. Böyle zamanlarda, bütün keder ve endişelerden âzâde kısa bir uykunun limanına çekilmek inkâr edilecek nimetlerden değildir.
Uykuya teslim olmak, yalancı teslimiyetlerin en güzeli ve belki de en zevklisi. Gün boyunca ağırlaşan zihnimizin, bu masal anasının kucağında ve gecenin kopkoyu işleyiş deminde süzülüp hafiflemesi ve kaybolan gücüne yeniden kavuşmayı istemesi az şey değildir. Belki buna, biraz da kendimizle yapayalnız kalmak istediğimiz için muhtacız. Gecenin kara deliğine emanet ettiğimiz bütün ağırlıklar, bu inziva deminde bir bir ve azar azar zihnin kıvrımlarından bir ince sızı gibi akıp giderken ruh da beden hapishânesindeki mahkûmiyetine bir anlığına fâsıla vermede ve bir gün “küll”e kavuşacak “cüzz” olmayı yeniden hatırlamanın tesellisiyle yaşamaktadır. Uyuyan insana dikkat edin; o, ruhunun arayıp da bulduğu bu hürriyet yüzünden bizden fersah fersah uzaktadır.
Tanpınar, “Hiç uyuyan insana dikkat ettiniz mi? Yanı başımızda olmasına rağmen bizden ne kadar uzakta, ne kadar derinliktedir.” derken insanın bu kopkoyu kaderine temas etmenin ürperişlerini duyurur. Uyuyan insan yalnız, hem de yapayalnızdır. Buna dikkat ettiğim zamanlar karşımda bir bedenin değil, insanlığın bütün bir kaderinin olduğunu düşünür ve ürperirim. Uyku, yani ölümün bu küçük kardeşi her gün, ısrarla yinelemek istediği bu temrinleri yüzünden, bizi uzaktan yakından hakiki uykuya ve dirilişe hazırlamaktadır.
Uyku, yokluğa karşı bir iç dökme hadisesi gibi geliyor bana. Gün boyu heybemizde birikenlerin içinden, işe yarar olanı seçmek, yaramayanları unutmak da diyebiliriz buna. Zihnin dehlizlerinde bir yolculuk, mantığın kupkuru zincirinden hayalin yumuşacık dünyasına bir seyahat de desek yanlış olmaz hani. Bu yüzden, hayata dair tahammülümüzü besleyen en güzel şeylerden biri olarak, uykunun bizi hayatın rutin işleyişinden, zamanın ezici tahakkümünden ve hadiselerin sıkıcı seyrinden alan yönü olduğunu düşünürüm. En akıl dışı şeylere, sebep-sonuç zincirinin paramparça olduğu oluşlara, eşyanın hakikatinin bir başka pencereden görünüşüne uyku ve rüyalarla beraber şahitlik ederiz.
Uyumak biraz da deliliğe benzer bir haldir. Buna insan zihninin çocukluk hali de diyebiliriz. Çünkü kırdığımız, oraya buraya savurduğumuz, üstesinden geldiğimiz veya gelemediğimiz şeylerin bilançosu hayli kabarıktır uyurken. Üzeri en güzel, en derin ve nihayet en korkulu desenlerle işlenmiş şeylerin coşkun dalgalar halinde bize hücum ettiğini düşünmek lâzım. Aslında bütün bunlar “var olan hiçbir şey kaybolmaz” düsturunun hadiseler yönünden tefsirinden ibarettir. Yaşadığımız, düşündüğümüz, kızdığımız, sevindiğimiz ve üzüldüğümüz hiçbir şey kaybolmuyor; zihinden kalbe, kalpten ruha intikal edip bir muhasebe ikliminde müşahede ediliyor.
Peki, bir uyku âlemi, rüyalarımızı örerken sadece şahidi olduğumuz bu sınırlı zamandan mı beslenir? Böyle olmaması gerekir. Uyku ve rüya, bir “ba’sü ba’de’l-mevt” için önceden sık sık yaptığımız bir temrin olduğuna göre onun başka bir âlem fikriyle irtibatlı olması lâzım. Sâdık rüyaların peygamberliğin kırk altı şubesinden biri olduğunu söyleyen hadis’e dikkat edilecek olunursa onun mânevî, hatta ilâhî bir yanının olması gerekir. O halde, bizi maddenin kıskacından bir anlığına alıp mânânın en derinlerine ve bilinmeyenlere doğru götüren uhrevî ve dinlendirici fırsatlardan biri olarak rüyâyı görebilir miyiz? Neden olmasın!
Rüya, bize hadiseleri yorumlama imkânı da verir. Rüyâlar bu yüzden en câzibeli imkânlardan biridir insanlar için. Bu biraz da hayatın normal seyrinden bunalan zihnimizin bize oynadığı bir oyundan ibarettir. Eskilerin rüyâlara “vâkıa” demelerine bakacak olursak bunun öyle olduğunu söyleyebiliriz. Dâima olanlar ve olacak bulunanlar, sırf aklın hâkimiyetinde çözülemeyecek, sisler ardında kalmış bir rüyâ ikliminde kendi oluşlarının hürriyeti içinde yaşayacaktır. Onları çözmeye, yorumlamaya kalkışsak bile “Hayırdır inşallah!” temennilerinin dilden düşmeyişi, aslında aklın tahmin ve tefsir etmede zorlandığı bir geleceğe teslimiyetinden ibarettir.
Sözde, uyumanın aleyhinde bulunsak bile aslında onun lehinde bir tavır takınmaktayız. İçimizdeki “darlığı” artıran bu “varlık”, sınırları gitgide daralan bir dünyanın kıskacındaki insanı uykuya ve rüyâların bizi rahatlatan iklimine daha çok sürüklüyor.
Uyku ve rüya olmasaydı hiçbirimiz bu âlemle sürecek fasılasız bir yolculuğu göze alamazdık. Hayatın yorduğu, yıprattığı ve nihayet tükettiği kuvvetimizi toplayabilecek rüya âlemi, insana sunulmuş en etkili ilaçlardan biridir. Fakat zikri ve fikriyle hep öteleri arayan ve kendisi bir “mâverâ” olmuş insanların geceler boyu ibâdete ceht edip, gündüz çalışabilecek gücü kendilerinde bulabilmeleri, rüyaların da sayısız ve geçilmesi gereken âlemlerden biri olduğuna dâir bir işarettir. İşte o zaman, çok değil sadece bir anlığına uykuya dalsa “bu kadar uyku yeter, kalk ve zikret” diyen insân-ı kâmilin tâkâtini, şevkini ve hasretini anlayabiliyorum. Feriddüddin Attar hazretlerinin de “Ey oğul! Kalk uyan ki yarın çok uyuyacaksın.” demesindeki hikmeti sezer gibi oluyorum.