Sevgi ve Bilgiyle Yükselen Dil Türkçe
Sevgi ve Bilgiyle Yükselen Dil Türkçe
Bir dil sahip olduğu tecrübeyi ve birikimi günümüze, çok uzun devirlerin içinden damıtarak getirir. Lisan, bir nehir gibi çok değişik coğrafyalardan süzüle süzüle, esasından çok şey kaybetmeden dönüşe dönüşe ve akıp geldiği yerlerin bilgisini toplaya toplaya geleceğe doğru bazen coşkun, bazen de sakin bir şekilde akar durur. Bu akış, coğrafyanın, kültürün, insanın, vatanın ve dinin tayin ettiği bir istikamet üzerinde cereyan eder. Bir dili zengin kılan ve onu geliştiren şeyler de bu unsurlardır. Bunların yanı sıra, mensubu olduğu medeniyete gönül vermiş ve hizmet etmiş kimselerin tercihlerini belirleyen sebeplerin de dilin gelişiminde büyük rol oynadığını ifade edebiliriz. Bu yazı, bazı tarihî ve edebî şahsiyetlerin Türkçemiz konusunda sergilediği tutumun dilimizin tarih ve edebiyat sahnesinde güçlü ve dinamik bir şekilde ortaya çıkışındaki rolü konu edinmektedir.
Türklerin tarih içinde yaşadığı hareketli devirleri hatırlayacak olursak Türkçe, yukarıda söz konusu ettiğimiz çeşitlilik ve zenginlik sebepleriyle güçlenmiş ve büyük bir edebiyat meydana getirmiştir. Bunda şüphesiz Türkçeyi bir bilim ve irfan dili hâline yükselten ariflerin, âlimlerin, şairlerin ve devlet adamlarının büyük etkisi olmuştur. Yazılı ilk kaynaklardan itibaren Türkçe eser vermek görebildiğimiz kadarıyla oldukça şuurlu bir hareket ve tercih hâlinde devam edegelmiştir. Dolayısıyla Türkçenin bir medeniyet ve imparatorluk dili hâline gelmesinde bu harekete destek ve gönül vermiş arif, âlim ve şair şahsiyetlerin rolü inkâr edilemez.
Ürkek Bir Ceylan: Türkçe
Türkçe tarih içinde bazı şahsiyetleriyle büyük bir ifade kudretine erişmek için çeşitli hamlelerde bulunmuştur. Şüphesiz bunda Kaşgarlı Mahmud ile Yûsuf Hâs Hâcib gibi düşünen bilgin şahsiyetlerin büyük katkıları vardı. Yûsuf Hâs Hâcib, Kutadgu Bilig’de “Bu Türkçe sözü yabani geyik gibi gördüm; onu yavaşça tuttum, aldatarak kendime yaklaştırdım. Okşadım, ısındırdım, çabucak bana gönül verdi; yine de ara-sıra ürküyor, korkuyor.”[1] derken Türkçenin zengin ve doğal özelliklerine dikkat çekiyordu. Geyik ne kadar vahşi ve ürkek olursa olsun onda insanların çok hoşlandıkları bir şey vardı: O da gönülleri mest eden ve adına “misk” dediğimiz bir koku idi. Dolayısıyla Türkçe, Yûsuf Hâs Hâcib’in düşüncesine göre böyle güzelliği olan ürkek bir geyiği veya ceylanı andırıyordu. Nitekim o, eserinde bu dilin kendisine sunduğu imkânları elde ettiğinden ve onun miskinin güzel kokular saçmaya başladığından söz eder.[2]
Bu sözlerin arkasında, Türkçenin tarih sahnesinde ve büyük medeniyetler arasında öne çıkmasını sağlayan bir bilincin olduğunu düşünebiliriz. Yüzyıllara yayılan zincirin halkalarını birleştirdiğimiz zaman manzara biraz daha netlik kazanmış olur. Kaşgarlı Mahmud, Yûsuf Hâs Hâcib, Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Âşık Paşa, Ali Şîr Nevâî, Fuzûlî gibi büyük Türk bilginleri ve şairleri aynı şuurlu hareketin gönüllü temsilcileri olmuşlardır. Türkçeyi bir adım daha öne geçirmek, onun saklı güzelliklerini ve gücünü ortaya çıkarmak gibi bir amaç sezilir bu harekette. Kaşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugâti’t-Türk’te Türklerin yeryüzü hâkimiyetini ve dolayısıyla Türkçenin müstakbel ilerleyişini anlatırken dikkat çeken yorumlarda bulunur. “Derdini anlatabilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur.”[3] diyen Kaşgarlı’yı tarih haklı çıkarmıştır.
İslâmiyet’in kabulünden sonra Arapça ve Farsçanın yanında Türkçenin bir medeniyet ve bilim dili hâlinde gelişme gösterdiği, tarihî süreç içinde rahatlıkla izlenebilir. Göçmen ve hareketli Türk boylarının İslâm’ın hakikatini ve derinliğini öğrenmesi için Ahmed Yesevî, Türkçe söylediği hikmetleriyle gönülleri ve zihinleri âdeta doyurmuştur. Yesevî hikmetlerini ezberleyen dervişler, Türkistan’ın ve dünyanın o yüzyıllarda bilinen en uzak bölgelerine giderek Ahmed Yesevî’nin misyonunu çok ötelere taşımışlardır.[4] Bu hareket, Anadolu, Rumeli ve Karadeniz’in kuzeyinde İslâm’ın ve Türklüğün kök salmasında, büyük bir medeniyet vücuda getirmesinde başlıca rolü oynamış ve bu da Türkçe ile başarılmıştır. Nitekim Ahmed Yesevî’nin izinden giden arifler hakikatin, aynı zamanda meyvesini Yunus Emre’yle birlikte verecek bir irfanın Anadolu’daki temsilcileri olacaklardır.
Birkaç yüzyıl sonra Ali Şîr Nevâî’nin Mukâkemetü’l-Lugateyn’de yaptığı şey ise Türkçenin olgunluğunu ve yüceliğini delilleriyle ispat etmek ve gençleri Türkçe şiirler yazmaya teşvik etmekti.[5] Çünkü Nevâî Türkçenin gelişmeye ve güzelleşmeye çok müsait kabiliyetini fark eden biriydi. Başlangıçta gönlü Farsçaya kayan büyük şair ve devlet adamı, daha sonra Türkçenin zenginliğini keşfettiğini, günümüz Türkçesiyle okuyacağımız şu sözleriyle ifade eder: “Ama ne zaman şuur yaşına ayak basıldı, ne zaman Tanrı Tealâ yaradılışa gariplik tarafına yönelmeyi mahsus kıldı, dikkat ve müşkilpesendliğe başlamayı huy haline getirdi, (o zaman) Türkçenin kelimelerini de dikkatle gözden geçirmeyi gerekli kıldı. Öyle bir âlem göz önüne geldi ki, on sekiz bin âlemden fazla! (…) Orada sonsuzluk ve yükseklik hazinesine tesadüf etti; incileri yıldız incilerinden daha parlak! Gül bahçesi karşısına çıktı; gülleri gök yıldızından daha nurlu! Kutlu yerinin çevresi yabancı ayağının basmasından korunmuş, şaşkınlık veren cinsleri başkalarının elinin değmesi tehlikesinden uzak!”[6]
Aynı bilinç Anadolu’da yaşayan bazı edebî şahsiyetlerde de karşımıza çıkar. Burada henüz kuruluş aşamasında olan Türk Edebiyatı, tercihini Türkçeden yana kullanan arif, âlim ve şairlerle yükselişini sürdürmüştür. Nitekim Âşık Paşa’nın Garibnâme’deki düşünceleri, diğer Türkçecilerinkinden çok farklı değildir. Garibnâme’de takip edilen usulün ve kullanılan dilin Kutadgu Bilig’den itibaren yazılan eserlere hâkim olan bilinçle ilgili olduğu düşünülebilir. Garibnâme’de Âşık Paşa şöyle der:
“Gerçi kim söylendi bunda Türk dili
İllâ ma’lûm oldı ma’nî menzili
Tâ ki mahrum kalmaya Türkler dahı
Türk dilinde anlayalar ol Hak’ı
Çün bilesin cümle yol menzillerin
Yirmegil Türk ü Tacik dillerin”[7]
Mana menzillerinin Türk diliyle malum olduğunu söylemek kanaatimizce büyük önem taşımaktadır. Âşık Paşa’nın endişesi Türklerin hakikati kendi dilleriyle anlamaları idi. Onun Türkçe hususunda bir de serzenişi vardır. O, bu dille eserler verilmemesinden ve Türkçeye çok rağbet edilmemesinden yakınır. Birçok dilde değişik mevzularda değerli eserler yazıldığı halde Türkler ulu menzillerden, hakikat bilgisinden ve bunları kendi dillerince öğrenmekten mahrum bulunmaktadır:
“Türk diline kimsene bakmaz-ıdı
Türklere hergiz gönül akmaz-ıdı
Türk dahi bilmez idi ol dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri”[8]
Türkçenin bir başka bayraktarı olan Fuzûlî ise Bağdat yakınlarında Türk dilinin inceliklerine nüfuz etmiş, bu bahçenin güzelliklerini eserleriyle taçlandırmayı başarmıştı. Fakat onun da başta Türkçenin imkânlarının zorluğundan bahsettiğini görmekteyiz. Yalnız Fuzûlî’nin sözleri bu konuda derdi olan bir insanın endişelerini taşır. Nitekim şair, divanında bu bahsin aslında çok şuurlu bir hareket olduğunu, kendisinin Türkçeye hizmet etmeyi çok istediğini şu mısralarıyla anlatır:
“Ol sebebden Farisî lafz ile çokdur nazm kim
Nazm-i nâzik Türk lafziyle igen düşvâr olur
Lehce-i Türkî kabul-i nazm u terkîb etmeyip
Ekser-i elfâzı nâ-merbût u nâ-hemvâr olur
Bende tevfîk olsa bu düşvârı âsân eylerim
Nev-bahâr olgaç dikenden berg-i gül izhâr olur”[9]
Bu sözleriyle Fuzûlî, Türkçe şiir söylemenin zorluklarına işaret eder. Bu mısralarda ilginç olan şey ise Farsça lafızlarla şiirin daha çok yazılmasının, Türkçe nazım dilinin çok zor olmasının ifade edilmesidir. Eğer Allah’tan tevfik olursa şair, bu zorluğu kolaylaştıracağını söylemektedir. Tıpkı bahar geldiğinde dikenden gül çıktığı gibi şair de bu zorlu dilden yepyeni eserler ortaya çıkaracaktır.
Bütün bu ifadeler giderek bir medeniyet dili hâline gelen Türkçenin yükselme sebeplerini de izah ediyor. Şairler bu dilin üzerinde durmuşlar, arif şahsiyetler Türkçeyle eser vermişler ve âşıklar asırlar boyu sazın tellerinde canlılık bulan türküleri bu dil ile terennüm etmişlerdir. Dolayısıyla birçok meşrepten ve meslekten insan onun kuvvetini artırmak, dilin ifade gücünü geliştirmek üzere çok şuurlu bir biçimde çalışmıştır.
Yunus Emre: “Türkçenin Zaferi”
Türkçe konusunda benzer bir tercihin Yunus Emre’nin şiirlerinde de karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Yunus, yabancı dillerin etkisinden nispeten uzak duran Türkçeyi yüksek bir irfanî seviyeye taşıyabilmiştir. Peki, Yunus Emre bunu nasıl başarmıştır?
Burada Yunus Emre’nin şiirlerindeki dil mûsikîsinden, yüksek fikirleri çok sade fakat tatlı bir Türkçeyle ve bir sehl-i mümtenî edâsıyla söyleyişinden bahsedebiliriz. Fakat Yunus’un sevilmesinde, memleketin en ücra köşelerinde dahi birkaç beytinin zihinlerde ve gönüllerde yer edinmesinde etkili olan kuvvet onun pazarda, evde, çarşıda, medresede konuşulan Türkçeyi bir hakikat dili hâline yükseltmiş olmasıdır. Mustafa Tatcı bu durumu “Yunus’un mucizesi, henüz kuruluş çağındaki bir yazı dilinin ‘çağlar üstü’ ve en mükemmel örneğini vermesinde aranmalıdır.” sözleriyle dile getirmektedir. Yine yazara göre “Yunus, Türkçe’nin zaferidir.”[10]
Yunus Emre, bir yerde şöyle der: “Beni bende demen bende değilim / Bir ben vardır bende benden içeri”[11]. Bu mısralardaki bütün kelimelerin Türkçe kökenli olması bir yana; bir hakikatin, derin bir fikrin ve belki de bir “ledünnî bilgi”nin böylesine sade bir söyleyiş içinde dile getirilmesi dikkat çekicidir. Dizeler üzerinde durdukça insanı kendine çeken, düşünceyi besleyen bir mahiyet karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Mehmet Kaplan “İç Ben” başlıklı yazısında Yunus Emre’nin ikinci dizesini onun “en çarpıcı ve en derin sözlerinden biri”[12] olarak kabul eder. Aynı yazar bu dizenin gücünü “İlk bakışta son derece basit ve sade gibi görünen bu mısra üzerinde düşündükçe beni kendine çekti ve çok ötelere götürdü.”[13] sözleriyle dile getirmektedir. Aynı derinlik, Yunus Emre’nin daha birçok şiirinde karşımıza çıkmaktadır. Yine yüksek bir hakikati Yunus, aşağıdaki beytiyle dile getirmektedir:
“Hak cihâna toludur kimsene Hakk’ı bilmez
Anı sen senden iste o senden ayru olmaz”[14]
Yunus Emre’yle birlikte derin bir tefekkür zeminine kavuşan Türkçe, aslında onun yaşadığı yüzyılda yeni bir medeniyeti temsil ve ifade edecek güce erişmek üzere idi. Bunu özellikle Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in eserlerinde takip etmek mümkündür. Nitekim Mevlana’nın eserlerinde müstakil bir şiir hâlinde görülemeyen Türkçe, mısra ve beyitler hâlinde kendini göstermektedir. Bu durum Sultan Veled’in eserlerinde ise müstakil şiirlerin varlığına doğru bir seyir takip eder. İbtidânâme’de yetmiş altı, Rebabnâme’de ise 162 beyit Eski Anadolu Türkçesiyle kaleme alınmıştır. Nitekim bu şiirler geçen yüzyılda bazı araştırmacılar tarafından, Sultan Veled’in Türkçe yazılmış başka şiirleriyle beraber değerlendirilmiştir.[15]
Bunlar güçlü bir şiir dili meydana getiren Yunus Emre’nin yanı sıra daha çok Farsça etkisinde kalan şehir merkezlerinde de dilimizin bir edebiyat dili olarak kıpırdanışını ifade etmektedir. Bu birkaç asırdır devam eden çok şuurlu bir tercihin yeniden kendini göstermesidir. Nitekim Anadolu beylikleri döneminde Türkçe yazılan eserlerin sayısında bir artış olduğu gözlemlenmektedir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarından başlayarak ise Türkçe, zaferini ilan etmiş ve giderek hâkim bir edebiyat dili hâline yükselebilmiştir.
Sonuç
Yazı boyunca ariflerin, âlimlerin ve şairlerin Türkçeyi kullanma hususundaki ısrarlarını gördük. Türkçe ilk yazılı kaynaklardan itibaren tarih boyunca artık yüksek hakikatleri anlatır hâle gelmiştir. Zaman zaman dilimizin ifade imkânları hususunda serzenişler olmuşsa da Türkçe yükselişini artık hiçbir zaman durdurmayacaktır. Türkler hemen her alanda bu dili en güzel şekilde işlemeye başlamıştır. Bunu masal, türkü, ninni, tekerleme gibi türlerde de görmekteyiz. Türkçe artık derin, hikmetli, düşünceyi ve merakı kamçılayan üslubuyla annelerimizin, şairlerin ve ilim adamlarının dilinde kıvamını bulmuş ve giderek İstanbul Türkçesi denilen nefis bir konuşma üslubunun da sahibi olmuştur.
Türkçenin yüzyılların içinden ve hareketli devirlerin arasından günümüze gelinceye kadar yaşadığı tecrübeler onun bir medeniyet, kültür ve bilim dili hâline yükselişinin de sebeplerini oluşturur. Türk Edebiyatını kuran ve onu içten aşk ve bilgiyle inşa eden onca sanatkârın elinde dilimiz her mevsim, her şart ve her konuda meyve vermeye devam etmiştir. Dolayısıyla Türkçe Kaşgarlı Mahmud, Yûsuf Hâs Hâcib, Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Âşık Paşa, Ali Şîr Nevâî ve Fuzûlî gibi Türkçenin ürkek ama çekici güzelliğini idrak eden ve bunu çok bilinçli bir şekilde geniş halk tabakalarına duyurmak isteyen şahsiyetlerin elinde kıvamını bulmuştur. Yukarıdaki örnekler de göstermektedir ki, Türkçecilik bin yıldan beri çok bilinçli bir hareket olarak devam etmektedir.
YASİN ŞEN
[1] Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çeviri: Reşid Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 7. Baskı, Ankara 1998, s. 475.
[2] Yusuf Has Hâcib, a. g. e., s. 475.
[3] Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it-Türk (Çeviri), Çeviren: Besim Atalay, 5. Baskı, Cilt 1, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2006, s. 3-4.
[4] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Hazırlayan: Hayati Bice, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2009, s. 17.
[5] Ali Şîr Nevâyî, Muhâkemetü’l-Lugateyn İki Dilin Muhakemesi, Hazırlayan: F. Sema Barutçu Özönder, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1996, s. 213.
[6] Ali Şîr Nevâyî, a. g. e., s. 214.
[7] Âşık Paşa, Garib-nâme, I/1, I/2, Hazırlayan: Kemal Yavuz, s. 533 (http://ekitap.kulturturizm.gov.tr Erişim Tarihi: 06.10.2017)
[8] Âşık Paşa, a. g. e., s. 533
[9] Fuzûlî Divanı, Metni Baskıya Haz.: Kenan Akyüz-Süheyl Beken-Sedit Yüksel-Müjgan Cunbur, Akçağ Yayınları, Ankara 2000, s. 303.
[10] Yûnus Emre, Dîvân-ı İlâhiyât, Hazırlayan: Mustafa Tatcı, H Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2014, s. VII.
[11] Sabahattin Eyuboğlu, Yunus Emre, Cem Yayınevi, İstanbul 1981, s. 136. Yunus Emre’nin bu beytiyle ilgili kaynaklarda farklı durumlar söz konusudur. Mustafa Tatcı neşrinde bu beyit ikinci mısraı tamamen değişik olmak üzere şu şekildedir: “Beni sorman bana bende degülem / Sûretüm boş gezer tondan içerü” Yunus Emre, a. g. e., s. 451.
[12] Mehmet Kaplan, “İç Ben”, Yunus Bir Haber Verir, Dergâh Yayınları, İstanbul 2015, s. 79.
[13] Mehmet Kaplan, a. g. e., s. 79.
[14] Yunus Emre, a. g. e., s. 317.
[15] Ömer Faruk Akün, Divan Edebiyatı, İSAM Yayınları, Ankara 2014, s. 36. Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinin değerlendirildiği müstakil eserler şunlardır: Veled Çelebi, Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled, İstanbul 1341; Mecdut Mansuroğlu, Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, İstanbul 1958.