Söze Dair
Birinin sizi anlaması için önce dinlemesi lâzımdır. Anlatacak çok şeyi olan birisinin dinlemeye çok az vakti olur. O daima heyecanlarını, duygularını, nefretlerini ve daha birçok hissiyatını bir infial hâlinde durmaksızın muhatabının önüne boca etmek ister.
Bu zarurî dinlemeden doğan rahatsızlık böyle kişilerin umurunda bile olmaz. Hazmedilmesi güç bu çiğ sözler insan gönlünde bir ağırlık meydana getirmektedir. Söyleyenin acemi ve heyecanlı oluşu bu hâllerin verdiği ıstırabı bir dereceye kadar hafifletir. Hatta bunlar insana çoğu zaman tatlı sözler olarak gelir. Hâlbuki yaş ilerledikçe bir bedel ödeyerek söylenmemiş, tecrübeyle ve gönülde pişmemiş sözler, insanda huzursuzluğun kaynağı olur.
Lalettayin dinlenen bu sözler gönüllerde ve zihinlerde kök salıp boy veremez. Bunlar bir sünger gibi insanın rengârenk duygularını, neşesini ve keyfini emip durur. Bunu fark ettiğimizde artık o meclislerde durmak istemeyiz. Boş lakırdı denen ve ruha ıstırap veren bu konuşmalardan yakamızı kurtarmaya çalışırız. Fakat bu hâller diğerleri tarafından hemen fark edilir. İşte o zaman bize acı veren bir yalnızlık hâli de başlamış olur.
Duyduğumuz rahatsızlık insanları konuşmakta daha temkinli olmaya sevk eder. Fakat bu da uzun sürmez. Birliktelikler ayrılık ve gayrılığa dönüşür. Bir zaman sohbet ettiğiniz veya edemediğiniz kimseler için siz artık sıradan bir dedikodu malzemesinden öte bir şey değilsiniz. Bocalamak ve bir bozgun hâli yaşamaktansa hemen kendinize dönmek, yapmaktan ve konuşmaktan zevk duyacağınız şeylerle meşgul olmak en güzelidir.
Şu hakikati teslim etmek gerekir ki, çoğu zaman sözlerinden âdetâ mânâ fışkıran kimseleri bulmada büyük zorluk çekeceğiz. Olmadıkları için mi? Ne münasebet! Çekilip bir kenâra sükutu yudum yudum ve keyifle içtikleri için… Bir konuşsalar sözlerinin içine sığmayan mânâları ruhunuzla duyar, gönlünüzle içersiniz. Kelimeler o mânâların üzerinde iğreti elbiselerdir. Sustukları zaman daha fazla şeyler anlattıklarını sezersiniz. Diğerlerine nispet bu kimseler her hâliyle öğreticidir. Kelimelerin, bedenlerin, görüntülerin aslında onların iç âleminde gizlenen anlamı örten perdeler olduklarını sezersiniz.
Kelimeleri, ağzından çıkarken ölen kimselere inat onlar ölüm sessizliğinde bile diridirler. Böyle iki kişi bir araya geldikleri vakit saatlerce sussalar birbirlerine veda ederken söyledikleri söz “Ne çok şey konuştuk değil mi!” olurdu.
Sükûtu anlamayan kimselere bu hâlleri anlatmak mümkün müdür? Değil. Bence anlatmaya da gerek yok. Sıradan sözlerin, lakırdı ve boş söz kabilinden konuşmaların seyrinden keyif alanlar buna devam edecekler. Bence etmelidir de… Bu sözlerin ruha ıstırap veren derin acılarını bir gün hissedene kadar…
Peki, bu durumda biz ne yapmalıyız öyleyse?
Eğer ihtiyaç duyuyorsak sonuna kadar susmalıyız. Ölü kelimelerin, lüzumu dahi hissedilmeyen konuşmaların, birilerinin gününü daha keyifli geçirmek için harcadığımız vakitlerin önüne geçmeliyiz. Gökkubbede çınlayan sözlerin üzerinde düşünmeli, onların bugünlere uzanmalarının ve yarına da kalacak olmalarının sebepleri üzerinde zihin yormalıyız.
Her biri bir yürek yangınından, bir ömürlük tecrübeden, sevdiğini gurbet ellerde yitirmenin eleminden arta kalan sözlerin içinde insanın kalbini yakan ayrılıkları, tecrübeleri ve sevdaları duymalıyız.