Tepegözler
Bir şey fark ettim yenilerde: Birbirimizi anlamadan konuşuyoruz, bol bol konuşuyoruz. Hatta öyle ki, kelimeler kifayet etmiyor derdimizi anlatmaya. Jestler, mimikler, dozu iyi ayarlanmamış el kol hareketleriyle de ifademize renk ve çeşni katıyoruz. Bu da yetmeyince bağırıp çağırmalar, kavgalar ve gürültülerle muhataba hiçbir şey söyleyememenin, meramımızı ifade edememenin zirvelerinde buluyoruz kendimizi.
Bazen de çok tecrübeli ve bilgiliymişçesine etrafımıza nasihatte bulunmaya kalkıyoruz. Ona buna tavsiye veriyoruz sürekli. Aklın ve tecrübenin merkezinde görüyoruz kendimizi. Sen merkezli olmaya çalışmadan, büyük ölçüde ben merkezli sözlerle bilgiçlik taslıyor, önümüze gelene akıl vermeye kalkıyoruz. Hâliyle işin içinde egoizm olunca sözlerimiz pek de etkili olamıyor.
Burada ben, Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeri” dediği “ben”den çok uzak olduğunuzu düşünüyorum. Egoist ve insanın hayvanî taraflarını ele veren bir ben bu. Muhatabına terapi sunmaya, derdine deva olmaya çalışan bir psikoloğun hastasını uzun vadede iyileştirememesi ve nihayet onu bir müşteri durumuna düşürmesinde de bence bu durum etkili. Öğrenciye mesleğin inceliklerini ve birikimini sevdiremeyen, işini hiçbir muhabbet duymadan icra etmeye kalkan öğretmenin hayatı algılayışında da bu doymak nedir bilmeyen ben var. Hedefsiz aşksız, zevk ve eğlenceden başka bir şey düşünmeyen aklı evvel öğrencide de…
Bu “ben”, pek çok zaman hiç kimseyi dinlemiyor. Muhatabına derin bir samimiyet ile “Derdin nedir senin?” demekten birçok defa aciz. İçten pazarlıklı… O sebepten insanlardan, çeşitli meslek erbabından, üniversiteden kişisel ve toplumsal meselelere sahici çözümler, derde deva hamleler gelemiyor. Çünkü bu “ben” bizim hayvanî yönümüz. Korkak, aşksız, daima aç, hep ihtiraslı, son kalemde bir Firavun gibi bir “ben” bu… Hayatın bütün görünür imkânlarıyla büyük ölçüde bu hayvanî “ben”i beslediğimizi fakat onu bir türlü doyuramadığımızı söylemek gerekir.
Piyasa bu “ben”in kontrolünde… Gerçekte ne olursa olsun herkes ve her şey en iyi… Reklamlarda, TV’de hiç şunu almanıza gerek yok, dendiğini duydunuz mu? Harcaya harcaya harcanan hayatlar, tükete tükete tükenen ömürler. Midemiz doldukça ruhumuz ve gönlümüz acıkıyor. Ruhun ve gönlün isyanını da yine bu dolu midelerle, TV ve internetle, yani bir bakıma suni efektlerle bastırmaya çalışıyoruz. Piyasanın insana sunduğu bütün teselliler büyük ölçüde fâniliği ve zafiyetleri makyajlanmış görüntüler… Var gibi görünen ve hakikati yükten başka bir şey olmayan uyuşturucular… Nihayetinde insanı yavaş yavaş yok eden bir benliğin, egonun elinde kayıp gidiyor insanlar, zamanlar, gençler ve türlü zenginliklerimiz. Bütün bunlar da işte o “ben”i beslemeye devam ediyor.
Bu şişirilmiş “ben”, masallardaki devler ve Dede Korkut Hikâyelerindeki Tepegöz ile aynı boyutta bir varlıktır. Toplumsal bellek bu tehlikeyi bize bir destan boyutunda haber veriyor. Bunların o metinlerde durup dururken bulunduğunu ve orada sadece bir kurgu için yer aldığını zannetmek büyük bir hata ve safdilliktir. Önce insanı, sonra toplumu içten içe ve yavaş yavaş yiyen bir kurt gibidir bu ben. Aynen bir Tepegöz gibi… İçimizde fakat bize düşman. Bizimle beraber büyüyor. Fakat bizi yok ediyor. İlk hallerinde bir masum çocuk gibi… Ama büyüdükçe toplumsal yıkımlara, büyük kayıplara, tesellisi çok zor acılara sebep oluyor.
Doymak bilmeyen, sadece tüketen, sütünü emdiği kadınları öldüren bir varlık bu içimizdeki hayvanî “ben”. En nihayet toplumun başına bela olan devler ve Tepegöz yok edilmek durumunda kalır kadim hikâyelerde. Toplum uzun vadede böyle fertleri kaldırmaz. Şu an böyle aç, hedefsiz, ilgisiz, acımasız fertler yetiştiriyoruz. Daima huzursuz, daima tüketen ve her dâim aç fertler… Ben topluma ne verebilirim, diye düşünen değil de ben toplumdan ne alırım, hatta insanları ve devleti nasıl sömürürüm diye düşünen Tepegözlerdir bunlar. Bunlar toplumun birçok meslek grubunda azımsanmayacak bir bölümü teşkil ediyorlar şimdilerde ne yazık ki.
Doktora derslerinden geldiğim bir gün otobüste böyle bir matematik öğretmeniyle karşılaşmıştım. Bana “Cebini doldurmaya bak hocam!” demişti. Bu sözünü midem bile kaldırmamıştı. Bunu pek söylemeseler de hâkim mantık hep aynı. Birçok kişi çalıştığı yerde cebini doldurmaya bakıyor. Yemeye, içmeye, gezmeye, kafa bulmaya ve cebini doldurmaya… Bomboş zihinler ve gönüller ise çer çöple dolmaya devam ediyor. Ayrıca bu anlayış yüzünden çevresine ilgisiz, bir derde deva olamayan kişiler hayatta ideal tipler olarak boy gösteriyor artık. Bu biziz. Bu dert bizim derdimiz.
Er geç bu tiple karşı karşıya geleceğiz. Şüphesiz tuttuğu futbol takımının, oynadığı saçma sapan internet oyunlarının Türkiye’nin varlığı, kültürü, geçmişi, geleceği karşısında bir hiç olduğunu onlara anlatmakta güçlük çekeceğiz. Lâkin anlayacaklar. Anlamalılar. Çünkü Oğuz milleti Tepegözlere uzun vadede tahammül edemez.