Türkü Bereketi
Sesin hatırayı muhafaza eden bir imkân olduğunu en fazla türküleri dinlerken hissediyorum. Mazinin hâle hücûm ettiğini, onu tahakkümü altına aldığını ve bir anlığına bütün zamanı doldurduğunu zannediyorum. Türküler alıyor bizi bizden. Zamanın bütünlüğünü iyiden iyiye hissedebileceğimiz bir âleme taşıyorlar bizi. Orada, türkülerin biriktiği bir âlemde hasreti, kederi, ayrılığı, kavuşmayı ve insan talihini yapan bütün duyguları duyuyoruz biz.
Bahaettin Karakoç, bir şiirinde türkülerden, “Çiçektir, ıtırdır, ışıktır benim türkülerim / Sesimi boyayan bir beyaz kaçak” diye bahseder. Ne kadar özgün ve şâirânedir bu sözler! Sesini boyayan bir beyaz kaçak… Bu ifade en güzel de türkülere yaraşır.
Türküler sesimizin renginden gönül ikliminin haberlerini sunuyor. Ne kadar bigâne olursak olalım, gökkubbeye bir türkü ile yükselen ses derûnî sırlarını ele veren bir bîçârenin çığlığıdır aslında. Hayata ve zamana dâhil olan insan talihinin rengidir türküler.
Derindeki ıstırabımızı yıllanmış türküler anlatabilir en güzel. Onların birinde gurbetin, sılanın, ananın ve yârin ayrılığından beslenen bir derdi bulduğumuz zaman gönlümüzde, çok uzaklarda karşılaştığımız bir âşinânın bize yaşattığı buruk bir lezzeti, içimize kök salmış ezelî bir gurbeti duyarız.
İnsan dediğimiz bu sonsuz âlem, tabiat ve hüznün kesiştiği bir yerde yaşıyor. Bu hâl onun samimiyetinin bütün varlığını sergilediği eserlerinde anlaşılıyor en çok. Türküler, içimizdeki ebedî ve ezelî oluşların yansıdığı böylesi bir sanat âbidesi ve bizim destanımızın billurlaşmış ifadeleridir. Orada, o mahzun türkülerde kalbimizde bir dağ gibi taşıdığımız kederlerin varlığı tabiata ve eşyaya aksediyor.
Tabiatın engin deryasına bürünmüş; bir yaprağın ve çiçeğin kokusuyla gelen hüzünle buluşuyoruz türküleri dinleyince. Çünkü gönlümüzün hiç bitmeyen azığı türküler, hüznün yani ayrılığın renginde geliyor bize. Hüzün tadında okşuyor ruhumuzu. Ve nihayet kederin bin bir rengiyle tecelli ediyor kelimeler üzerinde. Hiç bitmeyen gurbetin acısını böyle duyuruyor türküler. Bir bahaneye; yani ayrılığın, gurbetin, gönül sızlatan bir firkatin acısını hafifleten bir anlaşmaya sığınıyor onlarda insan. Macerasını dillendiren ve kendini rahatlatan bir imkâna kavuşuyor yani. İçini döküyor bu vesileyle. Kendini, ezelî varlığını anlatıyor böylece. Onlar bir fırsat oluyor bitmez tükenmez bu gurbeti dillendirmek için.
Türküler bu hüzünlü yanlarına rağmen birer şiirdir. Türkülerde şiir, hüznün tadındadır. Ağıttır, feryattır; bozkırda, dağlarda duyulan çaresiz bir sedadır bizim türküler. Ama yine de şiirdir. Üzerine milletin hemen her ferdinin bir taş koyduğu muhteşem ve sarsılmaz bir edebiyat âbidesidir. Üstelik şiir, türkü mektebinden icazetlidir.
Türkünün mizacında ürkeklik vardır şiir gibi. Bu yüzden o, sâkin mekânları ve sâkin ruhları sever. Her kaynaktan beslenemez. Saftır ve saflığı sever. Masumdur, masum olanı ister. En azından besleneceği yerin kendisi gibi dupduru olmasını bekler.
Şiir ve türkünün beraberliği bu kadarcık değildir. Türkü zamana mûsıkî ile direnen şiir demektir. Onu şiiriyle birlikte samimiyet ve muhabbet yaşatır. Nesilden nesle intikal eden emanetlerin en güzellerinden biri de bizi maceramıza yani şiirimize bağlayan işte bu türkülerdir.
Pek söylenmez ama hayatımıza mütevazı bir şekilde dâhil olup onu şekillendiren bir yönü vardır türkülerin. Bazen bir şiirde bazen bir filmde bazen de bir yolculukta karşımıza çıkıp bizi en derin yerimizden kavrayan ve yüreğimizin bütün verimlerini kelimelere döken o güzelim türküleri başka türlü açıklayamıyorum.
Türkülerdeki bu gücün kaynağı insandaki aidiyet duygusunu harekete geçiren bir kuvvet de olabilir. Çünkü onlar ait olduğumuz topraklardan yayılan âşina ve hatıra dolu bir koku gibidir. Bazen de zihnimizde bir muamma gibi duran mazi yanını inşa eden sessiz bir mimardır türküler. Şahsiyetimizi tamamlayan geçmişin izlerini bulduğumuz hemen her şey gibi türküler de bizi kendine çeker.
İnsan, zamanın bütünlüğü içinde kendini inşa etmeye çalışırken geçmişinin ve geleceğinin tamam olmasını isteyen tecessüs sâhibi bir varlıktır. Bütünlüğünü zamanın derinliklerinde araması da bundan olmalıdır. Gönül, bu ezelî arzu sebebiyle maziye ve âtiye dair bir itminan hissi arzuluyor ve bizi dâimi bir mücadelenin peşinde sürükleyip duruyor. Bu, bizi hayatın her sahasında karşılayan bir bütünlük ihtiyacıdır.
Türküler de insana bunu verir aslında. Maziye ve ezele kök salmış şu zaman denilen mevhumu açıklama ihtiyacı içinde kıvranan insanoğlunun derdine derman biraz da türkülerdir. Çünkü onlar, tarih dolu bir şehir veya medeniyet kuran fikirler kadar insanı içten içe inşâ edici bir güce sahiptir. İşte bu sayede mazinin, türkülerde olduğu kadar şimdiye tesir ettiği ve onu işlediği çok az saha vardır. İnsan onlardaki bu hayatiyeti ve bütünlüğü görünce şaşkınlığını gizleyemiyor. Şairin şu mısralarında saklanan bir tevhide sığınıyor âdetâ:
“Türkülerle yaşıt yüreğim
Doğdum işittim
Öldüm yaşattım
Gürül gürül ışıttım
Diyar diyar kuşattım
Türkülerle yaşıt yüreğim”
(Cemal Kurnaz, Bir Avuç Sevinç)
Memleketin kelimelerden tüten bu havasına, arzusuna ve en önemlisi de firkatine kulak vermelidir. Türküleri hatırlamalıdır insan. Yani kendini hatırlamalıdır. Varoluşunun esrarını duyuran ve onu beşeriyetin bütün zaaflarından bir anlığına sıyırıp zamanlar üstü bir bütünlüğe erdiren bu sese kulak vermelidir. Çünkü onlar bizim maceramızın bir yanı, hem de ruhumuzda damıtılmış ilâhî bir sözleşmeyi hatırlatan mühim ve bereketli bir yanıdır.