Yalandaki Hakikat…
Kadim metinleri yorumlarken gözümüzden kaçan şey kurgunun genelde bir araç olduğu hususudur. Tahkiye, özellikle kutsal metinlerde karşılaştığımız bir anlatım yoludur ve mesajı muhataba ulaştırmada tercih edilen yollardan birisidir. Bugünden bakılacak olunursa böyle metinlerde zamanla anlamın ötelenmesi ve kaybolması, kurgunun öne çıkarılması gibi bir durum söz konusudur. Aslında bugünkü roman ve hikâye gibi tahkiyeye yaslanan ve sadece edebî bir endişeyle kaleme alınan türlerin de başlangıçta insana belli başlı mesajları öğretmede kullanılan bir anlatım biçimine yaslandığını düşünüyoruz.
İster bir kurgu dâhilinde oluşsun ister bir hakikati ifadeye büründürme endişesiyle ve sembolik dilin imkânlarıyla vücut bulmuş olsun edebî metinlere hep bir inanma ihtiyacıyla yaklaşırız. Bu kadar hayâlî olan veya sembolik bir dille oluşturulan edebî ürünlere ısrarla inanmamızın sebebi nedir?
İnsanın hayat telakkisi düşünüldüğünde mecaz, sihir, kurgu, hayal, imge ve yalanın; soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz yemek gibi lüzumlu bulunduğu görülür. Bunu, Tanpınar’ın hikâye kahramanı Abdullah Efendi şöyle ifade eder: “Bir ömür bitebilir”, diyordu. “İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz bir çöp, bir iskelet, bir cife olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başının altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı…”[1]
Edebiyatta neyin sahte neyin gerçek; neyin doğru neyin yalan olduğu pek bilinmez. Bunun sebebi kurgudur. Fakat bu belirsizlik geleneksel metinlerde genelde hakikatin üzerini örtmek için kullanılmıştır. Fakat bunun da özellikle edebi metinlere yönelik yorumlarda anlam sapmalarına yol açtığı görülmektedir. Edebî metnin “saçma” bulunması, sadece belli ve sınırlı konuların işlendiğinin söylenmesi, muhtevanın realiteye yaslanmadığının ifade edilmesi, toplum sorunlarıyla ilgelenmediğinin öne sürülmesi hep aynı kısır döngünün ve metne onun ait olduğu dünyadan bakamamanın sonuçlarıdır. Son cümlede ifade edilen eleştirilerin varlığı veya yokluğu o metin için hiçbir şey ifade etmez. Bu halleriyle onlar kendi dönemlerinin ürünüdür.
Edebiyattaki kurgudan söz ettiğimize göre burada bizi asıl ilgilendiren husus “yalandaki hakikat”tir. Sözün sihrinin kurguya verdiği imkân sayesinde “yalan”, giderek daha kabul edilebilir ve daha etkili bir görünüme kavuşuyor. Fakat yalanın kurgu ve mecaz ile kurduğu bu yakınlık, sözün gücü kaybolduğu zaman öylesine bariz bir hal alıyor ki, ister istemez insan “yalan”ın, biraz daha hafif bir dille ifade edersek sembollerin ve mecazların edebiyatta sahip olduğu yeri sorgulamaya başlıyor. Son dönemlerde Klasik Türk Şiirinin başına gelen aslında budur.
Sembol, mecaz gibi kavramların “yalan” gibi böylesine insafsız bir hükme mahkûm edilmesi, enine boyuna “Yalan, edebiyatın nesi olur?” diye düşünmemize sebep oluyor. “Sûfî mecâz anladı yâre muhabbetim / Âlemde kimse bilmedi gitti hakikatim” mısraları üzerinde düşündüğümüzde koskoca bir edebiyatın mecaza hapsedildiği gibi bir sonuca ulaşıyoruz. Anlaşılan o ki, zaman geçtikçe görünen mecaz, ifade edilmek istenen “hakikat”in ve anlamın önüne geçiyor ve onun anlaşılmasını engelliyor.
Tabii burada edebiyatçıların da giderek mecazın emrine girmesi söz konusudur. Bu konu üzerinde düşünürken Şuârâ sûresinde zikredilen şu âyetleri bir kere daha fark ettiğimizi ifade edelim: “Şairlere ise haddini aşan azgınlar uyarlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler”.
Âyet, bizi aslında şairlerin insanlar arasında nasıl tanındığına dair târihî bilgiye götürüyor. Şâirler, insanları ve cemiyeti yönlendiren bir gücü temsil ediyorlardı. Eski Türk topluluklarında şam, baksı, şaman, ozan gibi mukaddes insanlar olduğuna inanılan kişilerin aynı zamanda şair olmaları, hiç değilse mesleklerini icra ederken şiiri kullanmaları da bunu doğrulamıyor mu? Roger Graudy, insanlığın şairlerle ilgili bu müşterek kaderine dair önemli bir bilgi veriyor: “Don Kişot’a göre şairler kâhindir: ‘Hiç şüphesiz, bu da bir çeşit kehanetti; şairlere aynı zamanda vates, yani kâhin denirdi.’[2]
İslâmiyet’ten evvel Arap topluluklarında şiirin günlük hayatın en önemli unsurlarından biri olması, onun bir propaganda aracı olarak kullanılmasına sebep oldu. Araplar irticalen şiir söylerken, aslında bu yolla rakibine, muhatabına üstün olmaya çalışıyordu. En güçlü insanlar ayrıca en iyi şiir söyleyenlerdi. Fakat burada önemli olan doğrunun ifade edilmesi değildi. Yanlış bile olsa söylenenin nasıl ifade edildiğiydi. Bunun için en basit gerçekler bile, bazen şiirin yanında kaybolup gidiyordu. Aynı üslup ve yol, İslâmiyet’le beraber yeni dinin müntesiplerine karşı kullanılmaya başlanınca, âyetin iniş sebebi daha iyi anlaşılmış oluyor. Ârap şiirinin yalanla kurduğu bu yakınlık, edebiyatın da bir yanını icra eden hakikati dillendirmesi bakımından şu sözü bir düstur haline getirecektir: “Ahsenü’ş-şi’ri ekzebühü (En güzel şiir, en yalan olandır)”.[3]
Peki, şiirin yalanla kurduğu bu yakınlık hakkında başka bilgilere sahip miyiz? Esasen, bu durumda edebiyat tarihiyle ilgili çeşitli kaynaklara başvurmaya mecburuz. Beyânî, tezkiresinin giriş kısmında şiir ve yalan arasındaki akrabalığın başlangıcı hakkında bazı bilgiler veriyor: Beyânî Tezkiresi’nin mukaddimesinden şu satırları okuyoruz:
“Erbâb-ı irfâna pûşîde vü nihân degüldür ki şi’rün kadimî ta’rîfi kelâm-ı mevzûn u mukaffâ idi. Şu’arâ-yı kudemâ şi’rlerinde kizb ü mübâlaga itmezler idi. Ve beyân-ı vâkı’adan gayrısıyle gitmezler idi. Şi’r sâ’ir-i kelâm gibi bir kelâm idi. Belâgat u fesahatı kemâ-yenbagî ri’âyet olınup tarîk-ı müstakim üzre edâ olınduktan sonra mevzûn u mukaffâ olması muhassenâtından olup anunla bir hüsn dahı baglayup şu’arâ bununla sâ’ir-i nâs üzerine imtiyâz bulup ser-firâz olurlardı. Şi’rde evvel kizb eyleyen Mühelhel nâm bir şâ’irdür.”[4]
Beyânî, sözlerinin devamında Mühelhel’in yazdıklarının diğer şairler tarafından beğenilmesiyle bu tarzın onlar arasında yaygınlık kazandığını haber veriyor. Şiirin tarifinde yer alan “muhayyel” ifadesinin yalanla yer değiştirdiğini ve bu vasıftan mahrum olanların ise şairler tarafından eleştirildiğini sözlerine ekliyor. Daha sonraki asırlarda şiirin yalanla birlik ve beraberlik içinde olduğunu ifadelendiren böylesi görüşler, şairlerimiz arasında yaygınlık kazanacaktır. Sadece yaygınlık kazanmayacak, bir hikmet gibi şiirden şiire, eserden esere üzerinde durulan bir düstur haline gelecektir.
Peki, neden ısrarla yalan veya kurgu olduğu biline biline bir metne inanılır?
Bunun cevabını insandaki inanma ihtiyacında aramak gerektiğini yukarıda ifade etmiştik. Fakat Beyânî’nin sözlerinde bu sorunun başka bir cevabı gizlidir. Şiirin yalanla kurduğu yakınlık zamanla ortaya çıkmıştır. Müellife göre eski şairler şiirlerinde yalanı tercih etmezler idi. Fakat zaman içinde böyle bir keyfiyet ortaya çıkmıştır. Yalan dediğimiz şey burada, bir hakikatin veya tecrübenin dile getirilmesine yardımcı olan kurgu demektir. Kurgu, doğrudan nakledilemeyecek hakikatin giydiği bir elbise olabilmektedir. Burada mazmunlar, semboller ve dilin derin tecrübesiyle muhatap oluruz. Bu yüzden yalan olduğu söylense de edebî metin, aslında müellifinin hakikatine kapı aralar. Bizi bu türden metinlerde yer alan hakikatin çok katmanlı boyutuyla tanıştırır. Bundan olsa gerek şiiri yalanla ilişkilendirenlere şiddetle karşı çıkanlar da olmuştur. Bunlardan birisi de Fuzûlî’dir. Burada Fuzûlî’nin şu mısralarını okuyalım:
Ey tûtî-i bûstân-ı güftâr
Sarrâf-ı sühan Fuzûlî-i zâr
Aldanma eğer sipihr-i lâib
Ta‘n ile sana dediyse kâzib
Eş‘âra abes deyüp usanma
Ser-mâye-i nazmı sehl sanma[5]
Fuzûlî bu mısralarında şiire yalan, şaire yalancı diyenlere karşı çıkıyor. Şiire abes diyenleri dikkate almamak gerektiğini ifade ediyor. Çünkü şiir eğer yalan değilse hikmettir. Şiir bir sermayedir ve o sermaye kolay ele geçmez. Buna göre şiir, insanın daima aradığı bir keyfiyetin, zenginliğin ifadesidir.
Fuzûlî’nin çok haklı itirazından hakikatin ne olduğunu zorgulayan insanı sakin kılan imkânlardan birinin de şiir olduğunu anlıyorum. Bu bakımdan gerçeklerden ve hakikatlerden alınacak bir lezzetin yerine, edebiyatta yer alan ve tesiri bir süre sonra geçecek bir durum söz konusudur burada. Bu bakımdan edebiyat ve özelde şiir, hakikatini bedel ödemek istemeden arayan insana sunulmuş bir sakinleştirici gibidir.
Bir edebiyatçı gibi söylemek gerekirse, yalanda daima ve çeşitli şekillerde tecelli edecek bir hakikatin ayak seslerini dinlemek, gerçeklerin ıstırap veren sükûnetinden çok daha güzeldir. “San’atın yalanı hakikatlerin hakikatidir[6]” diyen Tanpınar’ın aşağıdaki sözleri de sanatın arkasındaki bu hususa dikkat çekmektedir: “Her yalanda bir hakikat parçası vardır, derler. Arkasında insan muhayyilesinin velûd mekanizması çalışan şiirin yalanı ise daima, hakikatin kendisi olmasa bile, mutlak ve bir ebediyet için mahfuz çehresi olmuştur.”[7]
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, Dergâh, İstanbul 2011, s. 48.
[2] Roger Graudy, Don Kişot Yaşanmış Şiir, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2013, s. 92.
[3] M. Kayahan Özgül, Divan Yolu’ndan Pera’ya Selâmetle, Hece Yayınları, Ankara 2006, s. 140.
[4]Beyânî, Tezkiretü’ş-Şuarâ, Hazırlayan: Aysun Sungurhan Erduran, Ankara 2008, s. 2.
(http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10732,girispdf.pdf?0 Erişim Tarihi: 07. 11. 2014).
[5] Leylâ ile Mecnûn’dan alınan bu beyitler için bkz.: Fuzuli, Leylâ ile Mecnûn, (Hazırlayan: Necmettin Halil Onan), Maarif Basımevi, İstanbul 1956, s.
[6] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, MEB Yayınları, İstanbul 1988, s. 224.
[7] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, (Hz.: Birol Emil), Dergâh Yay., İstanbul (Tarihsiz), s. 137-138.