Yasin Şen ”Bozkırın Daveti”
Yasin Şen ”Bozkırın Daveti”
Bozkırın davetini dinliyorum. Yelelerini rüzgârda savuran doru atlar gibi koşmak istiyorum şu davete doğru. Hiç durmadan yinelenen bu sese karışmak geçiyor içimden. Ve tekrar tekrar bozkırın sesini dinliyorum. Kurumuş otların arasından, münzevi ağaçların üzerinden, yüce dağların zirvelerinden gelen daimî bir uğultuyu hissediyorum. Bazen diniyor ve kesiliyor. Sonra yalnızlığa çağıran bir sükûnetin içinde buluyorum kendimi. Ardından yeniden bitmez tükenmez bir davet oluyor boşluk. Her şey sanki birden bire oluveriyor. Bozkırın daveti hissettirmeden ve çabucak beni kuşatıyor. Acaba bu ses toprağa bırakılan hatıraların çağrısı mıdır? Yoksa geçip giden şu hayatın esrarlı uğultusu mudur?
Şu daveti yüreğimde duydukça kendi kendime “Bozkırın tenha, kimsesiz, sahipsiz olduğunu kim söyleyebilir!” diye düşünüyorum. Bunu söyleyenler onun sesini duymayı bilmeyenlerdir. Bozkır konuşuyor. Varla yok arasında bunalmış, ilâhî mesajın huzur verdiği gönül ikliminden uzakta kalmış insanoğluna sesleniyor. Üzerini mesafeler boyunca uzayan toprağın kapladığı kaybolmuş medeniyetler, kadim zamanların ebediyet dolu hatıralarını taşıyan kaya resimleri, ağaçların üzerinden mütehakkim bir hâlde hâkimi olduğu tabiatı seyreden bozkırın sakini alıcı kuş, rızkının peşinde gece gündüz koşuşan karınca neler neler anlatıyor insana!
Bozkır, hayatı ağırdan örüyor. Bu yüzden kendimi onun yanında bulduğum vakit bir itminan hissiyle doluyorum. Bu hiçbir şeyin olmadığını sandığımız diyarda insan, boşluğa baktıkça şaşkınlık ve hayranlık içinde gönlünün ve zihninin dopdolu olduğunu hissediyor. Bir nevi hatırlama gibi geliyor bana bu. Bilgisiz, kelimesiz, harfsiz bir hatırlama. Bir ayna gibi, gönlümüzün ve zihnimizin içinde her ne varsa orada, nihayetsiz mesafelerin üzerinde beliriyor ansızın. Zihnimden hep kovmayı istediğim düşünceler, kaçtığım hercai hayaller, korktuğum onlarca şey ve beni sevinçten sevince gark eden hatıralar canlanıyor gözümde. İnsan orada kendisiyle buluşuyor. Yani mutlak kaderiyle.
Tahammül etmek zor olsa da bazen böyle yapıyorum. Bozkırda hatıraların gücünü hissediyorum. Hatırlamayı istemediğiniz şeyler bile zihnin bu vefakârlığından nasibini alıyor. Her bakış, binlerce nakıştan haber veriyor. Çok ötelerde gökyüzüyle buluşan mesafelerin, hayatın derinliğiyle kaynaştığı mekândan gürül gürül bir hatıra çağlayanı dökülüyor bozkırın üzerine.
Varlığımızı duyuracak bir nağmeyi bu mesafelerin üzerinde nasıl duyabiliyor, nasıl hissedebiliyoruz? Bozkır, cüretini hızlı oluşundan alan şehre ve kalabalığa inat, sükûnetini daima muhafaza eden ebedî bir hikmete bürülüdür de ondan. Her şey, insanı kendine davet ediyor bozkırda. İnsanı kendine, kendi sonsuzluğuna çekiyor. Hatıra, hüzün, sevinç, aşk, hasret, keder ve gurbet… Bunları en fazla bozkırda hissediyor insan.
Orada bizi tefekküre davet eden bir dünya açılıyor önümüzde. Bu yüzden bozkırın ufkuyla insanın hatıralarının buluştuğu yerler alabildiğine derindir. Bozkır, daima düşünür ve bizi de düşündürür. Düşünce ona hâkim, o düşünceye tâbidir. Tefekkürün şartlarından biri olan sessizlik, bu bilgenin etrafını bir kanaviçe gibi örmüştür. Hâlbuki bu sükûneti bir başka yerde böylesine derin yaşayabilmek mümkün müdür?
Bu sessizlik, bu ezelî sükûnet sayesinde kendimizi bulabiliriz bozkırda. Zihnimizde ve kalbimizde saklı her şeyi bu berrak aynada seyredebiliriz. Oradayken, hafızamızın hatıralar, insanlar ve hayallerle bu kadar sarmaş dolaş olmasına hayret etsek bile bu şaşkınlık kayboluyor bir müddet sonra. Karşılaştığımız her şeyden bir lezzet alır gibi anı doyasıya yaşıyor; hatıra, insan ve hayal denilen düğümleri yavaş yavaş, teker teker çözmeye başlıyoruz. Hazla elem arasında bir duygu sarıyor yüreğimizi. Anlarız ki, bu hatıraların tadıdır. Belli ki bir daha gelmeyecek olanın verdiği bir iç sızısıdır.
Nihayet bozkırda zaman, bir ses ve renk cümbüşü hâlinde salına salına mesafelerin kucağına doğru ilerleyen bir kervan gibi geliyor bana. Mesafeleri kucaklıyorum. İçim içime sığmıyor. Bir hiç ya da hep olmak geçiyor içimden. Kaybolmak, toprağa, havaya, dağa taşa karışmak geliyor yüreğimden. Bozkır, elimi attığım anda, bir sandık gibi en saklı ve en mahrem hatıralarını açıyor şu garip yolcuya. Yaşayan en kadim hatıraların kaynaştığı bir mahşer karşılıyor beni. Doluyor ve taşıyorum. Bazen birkaç damla sızı, bazen semanın bile ihata edemeyeceği bir umman oluyorum. Bozkır, diyorum, beni çağırıyor. Bedenim toprağa, ruhum sonsuzluğa karışmayı istiyor. Ötelere, bilmediğim bir âleme ait olduğumu duyuyorum.
Bozkırda tek bir ânın ebediyetle kurduğu bu bağı hissederken, kendimi tutamıyor ve insanla karışan bir sonsuzluğa kapılıyorum. Zaman denilen bu uçsuz bucaksız umman, burada insana karışıyor. İki derya buluşuyor birbiriyle. Şu sadelikte aradığım fakat dile getirmede müthiş bir acziyet duyduğum ebediyeti hissediyorum. Yorgun düşüyor ve gözlerimi kapıyorum. Rüzgârın sesini, suyun nağmesini dinler gibi kendimi bu sese teslim ediyorum.
Sonra bozkırın insanları geliyor hatırıma. Yorgun argın bedenleri, fakat inadına sapasağlam ruhlarıyla onları hayal ediyorum. Tevekkül ve teslimiyet dolu sözlerinde, koca bir hayatın yekûnunu içine sindirmiş gözlerinde, üzerinden tefekkür ve tahayyül hâsıl edilen tarla misali manalı yüz çizgilerinde, elbisesinin kırışığında, kasketinin, yazmasının duruşunda geçmişe dair daima bir iz bulabildiğim, yorgun maziler gibi yüklü insanları düşünüyorum şimdi. Tereddüdün iğreti bir desen hâlinde yer aldığı cümleler, aşinalığı yudum yudum içtikçe en eski bir dostun sözlerinden yakın, en güzel kitapların verdiği lezzetten daha derin manalar taşıyor gönlüme. Söylemek ihtiyacı içinde kıvranan bozkır gibi, dertleşmek ve konuşmak isteyen bozkır insanı da mütereddit fakat mağrur; kendisinin de yaşadığını, düşündüğünü ve hissettiğini göstermek ister gibi doludizgin ama samimi kelimelerle geliyor muhayyileme. Saf, katıksız ve hilesiz bir hayatın emanet ettiği irfan ve hikmeti bozkır gibi yavaş, sakin ve doya doya fısıldamak istiyorlar.
Bütün varlığını üzerinde yaşayanlara sindirmiş şu sonsuz mesafelerin bulut ve gökyüzüyle buluştuğu yerde hissediyorum yine kendimi. Hep hükümran olageldiğini sandığımız yokluk bile çeşitli tezahürleriyle bozkırın şahsiyetini yapıyor ve koruyor. Bu hâliyle insan için bozkır, kendisindeki mevcut kuralların akışı içinde varlığı en kesin hâliyle duyuran, yaşanmış olanı asla unutmayan, ıssız bucaksız mesafelerin içinde uğultulu bir sessizliği hep muhafaza eden ve zamanı hatıralarla beraber dokuyup hâle intikal ettiren sonsuz bir tefekkür ve tahayyül zeminidir.