Yasin Şen: Huzur’da Kadın Meselesi – 3
Yasin Şen: Huzur’da Kadın Meselesi – 3
Nuran, Bir Masal Çekirdeği
Zamanın varlığı, biraz da mekânın sürekliliğine bağlıdır. Mekândaki süreksizlik, zamandaki karışıklığı doğurur. Bu iki kavram arasındaki sıkı bağ, Huzur’da daima hissedilmektedir. Esasen sadece bir gün içinde geçen roman, geçmişe ve şimdiye gidiş gelişlerle işlenmektedir. Çünkü İstanbul bir mekân olarak buna oldukça müsaittir. Bir diğer deyişle bu şehirde, mekân zamanın tahakkümünü silmekte yahut onunla birlik olmaktadır. Bu tam da Tanpınarca bir durumdur. Tükenmeden devam etmek, her lahza ölmeden yaşamak, bitmeden çoğalmak ve hiçbir an dizginleyemediğimiz zamanı bütün ağırlığıyla “hâl”de hissedebilmek… Tanpınar’ın eserlerinde yapmak istediği budur.
Romanda Mümtaz’ın çok dikkat çeken bir düşüncesi vardır: “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri, İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek.”[1] Peki niçin İstanbul ve Boğaz? Çünkü asırlar içinde gelişen ve olgunlaşan zevkimiz, mûsikîmiz, edebiyat ve mimarimiz burada kemâle erdi. Bütün bir İstanbul ve özellikle Boğaziçi, fetihten beri medeniyetimizin en yüksek âhengine erebildiği sonsuz bir dekor gibiydi. Aslında İstanbul, bir yığın zaman ve yaşanmışlık demektir. Bunu romanın ilerleyen sayfalarında “Boğaz onlara mazisiyle, hiç olmazsa bazı mevsimlerde kendiliğinden ayarladığı günün saatleriyle, hazır bir hayat çerçevesi getiriyordu.”[2] şeklindeki sözlerden de anlıyoruz. Dolayısıyla Mümtaz’ın güzel diyebileceği bir kadın bu mekânlarda yetişmeli ve asırların biriktirdiği güzellikleri kendinde yaşatabilmeliydi.
Aslında, yukarıdaki sözlerinden Tanpınar için kadın güzelliğinin bir süreklilik ve devamlılık olduğunu anlıyoruz. Bu tıpkı şuna benzer: Bir bayan –fikrin şahsilik yanını kabul etmekle beraber- yöresinin geleneksel kıyafetleri içinde her zaman daha çekicidir. Çünkü o, milletinin yüzyıllar içinde incelmiş, değişerek güzelleşmiş zevkine bürünmüştür. Diğer bir tabirle, o an bize hitap eden, ruhumuzun rahatlıkla kabul edebileceği, benimseyebileceği bir yakınlıktır. Mümtaz, Nuran’ı tam bir İstanbul hanımefendisi olduğu ve mûsıkîye âşinalığı bulunduğu için seviyor. İşte bu yüzden Nuran, Mümtaz’ın devam etmesini arzuladığı fakat bitmesinden de çok korktuğu zaman ve medeniyettir.
Eğer baştaki ve sondaki çok kısa bölümleri hesaba katmazsak Huzur romanı bir hatıradan ibarettir. Yani Mümtaz, artık yaşanmış ve bitmiş bir hayatı tekrarlıyor. Biz roman boyunca kaderin ve olayların ne getireceğini merak etmekle değil, daha çok mâzîde nelerin yaşandığı fikriyle birlikteyiz. Bu da bize aslında Huzur romanının iç içe geçmiş zaman halkalarıyla nasıl süslendiğini, mâzî ve hatıra parçalarının nasıl bir araya getirildiğini göstermektedir.
Huzur’daki bütünlük algısı genelde insan, özelde ise kadınla sağlanıyor. Bir kere Mümtaz için “Nuran onun elinde bütün geçmiş zamanları açan altın anahtar ve her sanat ve düşünce için ilk şart gibi gördüğü şahsî masalın çekirdeği idi.”[3] Masal, bu esrârlı kelime zamanın ve mekânın gizli yanlarını kendinde bir araya getirme büyüsüne sahiptir. Tanpınar, ona “şahsî” sıfatını ekleyerek kelimenin derinliğini bir kat daha artırıyor. Nuran, geçmiş zamanların anahtarı olan kadın, bu derinliği duyabilmenin bir başka ifadesidir. Nuran Mümtaz için, bütün bir mâziyi ve onda bir gökkuşağı gibi yükselen medeniyetimizi kendinde toplayabilen bir dekordur. Ayrıca “Nuran, reel bir kadın figüründen ziyade, anlamı tamamen Mümtaz’ın dünyasında çoğalan bir simgedir.”[4] Tanpınarca söyleyecek olursak; “Onun için bütün etrafında ve kendi mazisinde Nuran’ı aramak, her şeyde ondan bir tad bulmak, onu asırlar boyunca efsanede, dinde, sanatta, az çok ayrı çehrelerde, fakat daima kendisi olarak karşısında görmek, yaşama dediğimiz macerayı birkaç misline çoğaltılan bir büyü idi.”[5]
Mümtaz’ın Nuran’da gördüğü zaman terkibi, bazen insanı çıldırtacak raddelere ulaşır. Sohbet ettikleri bir gün, Mümtaz’ın Fatma’dan söz açması üzerine Nuran’ın verdiği karşılık çok mühimdir: “Ben yine çocuğumla meşgulüm… Fakat sen yedi asrın ölüsüyle…”[6] Yedi asrın ölüsüyle uğraşmak… Bu ifade –bir an bile olsa- Nuran’da görülen Mümtaz demektir. Romanın ilerleyen sayfalarında Nuran’ın “Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.”[7] sözleri de mazinin sürgün evlâdı Mümtaz’ın kaderine giydirilmiş bir elbise gibidir. Fakat onun Nuran’a bir itirazı vardır. Mümtaz için geçmişin tek sahibi bizleriz. Yani yaşayanlar ve hayatı ölülere borçlu olanlar. Onlar hayatımızın süsü olmayı istiyor ve bekliyorlar. Her an bizimle var olmayı istiyor ve umut ediyorlar. Onlara bu hakkı biz vermeliyiz.
Tanpınar, Mahur Beste’de, Behçet Bey’e yazdığı mektupta, “Freud ile Bergson’un beraberce paylaştıkları bir dünyanın çocuğuyuz. Onlar bize sırrı insan kafasında, insan hayatında aramayı öğrettiler.”[8] derken eserlerindeki zaman, mekân ve insan algısında Bergson ile Freud’un etkisine işaret ediyor. Özellikle Bergson, Tanpınar’ın eserlerine “şuur zamanı” diyebileceğimiz bir kavramla eşlik eder. Huzur romanında kahramanların yaşadığı zaman reel olmaktan öte, şuurda ve şuuraltında yaşanan zamandır. Tanpınar, romanında özellikle yaşadığımız zamandan geçmişe, insanda devam etmekte olan “an” kavramına dâimî bir yolculuk halindedir. Tanpınar, eserlerinde gerçek zamanın dışına çıkmak için birkaç yol dener: “Aşk –yani nesnesi kadın/arzu-tabiat, güzel sanatlar ve ölüm.”[9] Huzur romanına baktığımızda bu kelimelerin arasında sıkı bir ilişki ağının olduğu görülür.
Huzur’da Nuran’ı Mümtaz’ın onu görmek istediği şekilde okuruz. Âdetâ Nuran, zaman ve mekân duygusunun birlikteliğinden meydana getirilmiş bir bütünlük içinde yer almaktadır. Nuran, sürekli geçmişe hamle yapmak yahut ona nüfuz etmek isteyen Mümtaz’ın hareket noktası gibidir. Mümtaz, onu daima geçmişin içinde seyretmek ve mazi ile beraber düşünmek ister. Romanın sonlarına doğru, zamanını bir süre Mümtaz’dan ayrı geçiren Nuran, sevdiği adamın gönlünü alabilmek için onun kendisine Kütahyalı bir kadından aldığı eski zaman elbiselerini giyer ve karşısına o kıyafetle çıkar. Bu, Mümtaz için hiç beklenmeyen bir saadet olmuştur.[10] Kıyafetlerini çok beğenen ve sürekli aynaya bakan Nuran’ın karşısında Mümtaz, onda bir araya gelen terkibi şu sözlerle ifade eder: “Nuran, biliyor musun, seni görenler bir eski zaman masalını yaşıyor sanacaklar…”[11] Nuran’ın söyledikleri ise Mümtaz’ın bu cümlesinin teyidi gibidir: “Ninelerimizin hayatı hiç de kötü değilmiş. Bir kere, gayet iyi süsleniyorlarmış! Baksana şu elbiselere…”[12]
Mehmet Kaplan, Tanpınar’daki ayna unsurunun kaybolan ve sadece hatırası kalan güzel bir kadınla birlikte bulunduğunu söyler.[13] Hakikaten de yukarıda zikrettiğimiz sahne ayna ve kadın beraberliğini göstermesi ve belki de Kaplan’ın söylediği duruma işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir.
Ayrıca, Huzur’da daima beraber bulunan mûsıkî ve kadın, burada yine birliktedir. “Yemekten sonra Nuran, üstündeki elbiselerin malı olan halk türküleri söyledi.”[14] Çünkü bu akşam “Nuran; annesinden, ninesinden, gezdiği memleketlerden öğrendiği türküleri söylemek istiyordu.”[15]
Burada şu rahatlıkla görülüyor: Mümtaz’ın Nuran’da yaşadığı zaman, insandan mekâna sirayet eden bir özellik taşır. Mümtaz, İstanbul’u da bütün geçmişiyle yaşar. İstanbul, koca bir mâzîyi kendinde dinlendiren şehir, kendi tarihi içinde meydana getirdiği eşsiz terkibi ile onun gözlerini kamaştırır: “İstanbul, İstanbul, diyordu. İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız.”[16] Mümtaz, Nuran’la beraber İstanbul’daki tarihî mekânları gezerken ruhundaki kımıldanışı hissetmiştir. Birlikte gezdikleri Atikvalde, Rum Mehmet Paşa Camii, Ayazma Camii, Şemsipaşa, Selimiye Kışlası onlara İstanbul’un ruhunu duyurmuştur. Mümtaz, bütün bu duyguları Nuran’la birlikte bulmuştu. Sadece uzviyetinin ve ruhunun değil, hâlâ yaşayan koskoca bir medeniyetin âşikâr biçimde yaşadığını anlamıştı. Şimdi mazi ve hâl el eledir. Mümtaz, sevdiği kadın sayesinde yaşadığı ânı mâzî ile barıştırabilmişti. “Güneş her gün onlar için yeni baştan doğuyordu. Bütün mazi üst üste zamanlarını onlar için tekrarlıyordu.”[17]
Bu demek oluyor ki, Mümtaz için zamanın mânâsı İstanbul ve Nuran’da birleşmiştir. Onun için Nuran, zamanın ve hatta mekânın mahiyeti olmuştur. Bu iki kelimenin taşıdığı duygu ve tefekkür yüklü anlamlar, genellikle Nuran’la beraberdir. Romanın bir yerinde Mümtaz’ın Nuran’ı beklemesi onun çok hoşuna gider. Çünkü “her şey lezzetliydi, ucunda Nuran bulunmak şartıyla.”[18] Bu da demektir ki, mevhumların bizdeki etkisini tayin eden kuvvet, bir bakıma ruhumuzdan azabı azaltan şey olmaktadır.
Tanpınar’ın Yaşadığım Gibi’de yer alan şu satırları da yukarıdaki düşüncelerimizle yakınlık arz etmekte ve onun kadında görmek istediği devam fikrini ifade etmektedir:
(… )Her âşık zaman zaman sevgilisine aşağı yukarı şöyle demek ister: “Benim için her zaman yenisin ve yenileşmenin sırrına sahipsin; bununla beraber seni teşkil eden zerre ve unsurların hiç birine yabancı değilim! Öyle ki seni ta ezelden beri tanıdığımı, güzelliğini yapan mucizeli şeylerin iştiyakını, farkına varmadan sayısız bir zaman içinde çektiğimi sanıyorum. Onlar bütün tekevvün boyunca benim kısa lezzetlerim ve uzun hasretlerim olmuşlardı. Şimdi onların hepsini sende, senin tılsımlı terkibinde teker teker buldukça şaşırıyorum. Bana gelmeden evvel neredeydin? Bütün bu mükemmel şeyler, bu emsalsiz güzellikler ve mukavemet edilmez câzibeler parça parça hangi yıldızlarda dinleniyordu.[19]
Mümtaz, Şeyh Gâlip’i anlatan bir roman kaleme almaktadır. Buradaki Hatice Sultan’la Sultan III. Selim’in kız kardeşi ve Şeyh Gâlip’le aralarında bir aşk geçtiği söylenen Beyhan Sultan’ın portrelerini Nuran’ı düşünerek çizmiştir. Bir ara Mümtaz “Birinde Memling’le, öbüründe Şeyh Gâlip’le berabersin…”[20] deyince Nuran, “Yani bütün ölüler benim… İyi ikram doğrusu…”[21] şeklinde ilginç bir karşılık verir.
Mümtaz’la Nuran’ın konuşmaları sırasında yine ilginç bir yer dikkati çekiyor. Romanda, Üsküdar’daki tarikat kültürünün zenginliğinden bahsedilirken Nuran’ın şu sözü kendisinin mâzîde duyabildiği bir yanının olduğunu gösterebilmek açısından önemli: “Ben o zamanlar gelseydim muhakkak Celveti olurdum.”[22]
İnsanın geçmişiyle barışık olması mûsıkîdeki gibi belli bir âhengin ve sürekliliğin doğmasına ve bunun bir müddet huzur hâlinde büyümesine yardımcı oluyor. Tabiî her bestenin nihayetinde hissedilen bir hüzün, sanki yavaş yavaş romanın kaderini belirliyor. Denilebilir ki, bütün bir Huzur romanı mûsıkî ile beraber aranan kayıp zaman parçacıklarından ibarettir ve bazen bulmanın neşesi, bazen de kaybetmenin endişesi ile doludur.
[1] Huzur, s. 68.
[2] Huzur, s. 188
[3] Huzur, s. 161
[4] İbrahim Şahin, Ahmet Hamdi Tanpınar -Haz ve Günah- Bir Tanpınar Yorumu, Kapı Yayınları, İstanbul 2012, s. 156.
[5] Huzur, s. 161
[6] Huzur, s. 157
[7] Huzur, s. 163
[8] Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, Dergâh Yayınları, 7. Baskı, İstanbul 2005, s. 148
[9] İbrahim Şahin, a. g. e., 160
[10] Huzur, s. 288
[11] Huzur, s. 290
[12] Huzur, s. 290
[13] Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, Dergâh Yayınları, İstanbul (Tarihsiz), s. 88
[14] Huzur, s. 291
[15] Huzur, s. 290
[16] Huzur, s. 153
[17] Huzur, s. 150
[18] Huzur, s. 169
[19] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Hazırlayan: Dr. Birol Emil, Dergâh Yayınları, İstanbul (Tarihsiz), s. 101
[20] Huzur, s. 153
[21] Huzur, s. 153
[22] Huzur, s. 153