Yasin Şen Yazdı: ”Tahayyül”
Yasin Şen Yazdı: ”Tahayyül”
Bir ses geliyor dışarıdan… Yağmur sesi… Pencereye yaklaşıp toprağı ıslatan, yapraklara dokunup yere dökülen ve mesafeleri tarifsiz renklere bürüyen yağmuru seyre koyuluyorum. Kalbimde el değmemiş duygular kıpırdanıyor ve onlar hayat bulmak, ışığa kavuşmak isteyen bir tohum gibi tereddüde gark oluyor. Bu yağmur, toprağın kokusu ve sonra hatıralar… Uzak yerlerden gelen sımsıcak bir dost tebessümüyle yeniden yüreğime yerleştiler. Hem ürkek hem de sevimliler. Şimdi yemyeşil mesafelerin mis gibi toprak kokan ıslaklığıyla beraber, yıllar geçtikçe kaybolan masumiyetlere kavuşmuş gibi sevinçliyim.
Sesler, hatıralara suvar olmuş, akın akın yüreğime gelmeye devam ediyor. Sonra Demirci Dayı’nın çekiç sesini duyuyorum ötelerden. Bu sesler, tabiatın üzerine nokta nokta dökülüyor ve ruhumu tarifsiz duygulara sürüklüyor. Sancı desem değil, haz desem o da değil. Nedir peki bu hal? Aslında şimdi hissettiğim, imbikten geçirilmiş ve bana çocukluğuma dair nefis anların lezzetini duyuran hatıraların tadından ibaret bu yaşadığım. Zamana tutunmuş o çekiç seslerini dinlemeye ve Dayı’yı düşünmeye devam ediyorum. Seksenlik Demirci Dayı sabırlı adamdı. Yahut ben hep öyle düşünürdüm.
Başından yaz kış çıkarmadığı takkesi, sakallı ve esmer yüzü, kısacık boyu, kalın gözlüğü ile âdeta kendini yıllara, yollara ve işine teslim etmiş gibi mütevekkildi.
Yine sesler duyuyorum. Tekrar pencereye koşuyorum. Bu sefer ırmak çağlıyor önümde. Irmağın çağlayan sularına bırakmak istiyorum kendimi. Küçücük kalbim, bu sonsuz özgürlüğe tahammül edemeyecek gibi. Fakat bu sevinci doyasıya yaşamak da istiyorum. İlk önce Samet giriyor Gaş Göl’e. Zaten hep böyle olur.
Samet suyun içinde… Yüzüyor ve bizi de çağırıyor. Sonra Yakup, atlıyor ırmağa. Sular etrafa saçılıyor. Burhan tedirgin. Fakat duramayacak gibi… Ve o da atlıyor. Sıra bende. Kayanın üzerine çıkıyorum. En güzel dalışlarımdan birini yapmak için sıçrıyorum. Ve diklemesine suya dalıyorum. Hayatın buralarda nasıl olduğunu anlamak ister gibi bir müddet suyun içinde kalıyorum. Her yer su. Burada bile sevinçten ve özgürlüğün tadından başka bir şey hissetmiyorum. Sonra ciğerlerimi tertemiz havayla doldurmak için birden yukarıya sıçrıyorum.
Başımı sudan çıkardığımda Samet’i, Yakup’u, Burhan’ı bulamıyorum. Zihnim allak bullak… Nereye gitti bunlar şimdi? Gözlerimi ovuşturuyorum. Yoklar… Kaybolmuş olamazlar, ırmaktan çıkıp gitmiş de olamazlar. Öyleyse neredeler? Hem burası da neresi? Hayır, hayır; Gaş Göl’de değilim ben. Her taraf su… Etraf sisten görünmüyor. Üşüyorum. Titremeye başladım. Mesafeleri arıyorum. Boşlukta Samet’in, Yakup’un, Burhan’ın isimleri yankılanıyor. Onlara kızıyorum içimden. Ben bunun hesabını onlardan sormaz mıyım? Dur bir dakika! Ben ne diyorum böyle. Saçmalıyorum. Onlar burada yok, burası bildiğimiz ırmak değil. Burası sonsuz bir deniz, okyanus… Evet okyanus. Öteye beriye şuursuzca yüzüyorum. İçimde tarifsiz bir korku… Heyecanla karışık… Nereye gideceğim, ne yapacağım şimdi… Bir ses duyuyorum. Çok derinlerden geliyor. Acaba suyun içinden mi? Bilmiyorum. Dinliyorum. Gittikçe yaklaşıyor. Kim acaba? Çok tanıdık. Samet, Burhan yoksa Yakup mu? Hayır, hayır… Bu bir kadın sesi… Kulak kabartıyorum. Gittikçe daha iyi duymaya başlıyorum. Bu annemin sesi… Beni çağırıyor. Of… Başım nasıl da ağrımış! Soğuktan mı? Bilemiyorum.
Gözlerimi açtığımda “Haydi oğlum kalk. Orağı, nacağı, baltayı Demirci Dayı’ya götür.” diyen annemin sesini çok berrak bir biçimde idrak ediyorum. “Anne” diyorum “Deniz nerede?“. “Ne denizi oğlum?” diyor. “Burası neresi?” diyorum. “Oğlum sen berinnedin[1] galiba.” diyor.
“Al şu suyu iç.” diyor.
Su deyince ürperiyorum. İçiyorum suyu. Biraz olsun kendime geliyorum. Kalkıyorum. Demirci Dayı, dere, okyanus, Samet, Burhan, Yakup… Hepsi birbirine karıştı.
Allah’ım bana neler oluyor?
[1] Uykudan sıçrayarak uyanan insanın hâli.